Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun,
cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak
bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği
kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine
memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı.
Artık O, "Anafartalar Kahramanı"
olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve
savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler;
nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle
beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların
Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un
işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve
Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı
kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar,
bir anlamda, I. Dünya Savaşı'nın akışını
da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu.
Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden
Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların
unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı
ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal
faktörü idi.
Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski
şiddetini kaybettiği 1915 yılının
son aylarında, son bir taarruzla düşmanı
tutunduğu kıyılardan da sökerek onu
tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde
idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von
Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan
yapacağı topçu ateşinin ağır
zayiat verdirebileceği endişesiyle
benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir
şey kalmamıştı. Mustafa Kemal,10
Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı,
Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli
olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul
a döndü. |
Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı
Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu
Komutanlığına atandı. Kısa
süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da
kurulması kararı üzerine yine Kolordu
Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş
Cephesi'ne tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart
1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele
aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi.
Diyarbakır'a gelişini takiben kısa
bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916
sabahı emrindeki kuvvetleri, Bitlis ve Muş
yönünde taarruza geçirdi; Ruslar'la iki tümenimiz
arasında taarruz ve karşı taarruz
şeklinde şiddetli çarpışmalar
oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş,
aynı günün akşamı Bitlis,
kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden
kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25
Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü.
Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı
sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u
ikinci defa Rus işgalinden kurtardı. |
Mustafa Kemal Paşa, Aralık l9l6'da Ahmet
İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre
İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu
Komutanlığı'na tayin edildi. Karargâhı
Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı
Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük
Komutan'ın, İnönü ile yakından tanışması,
emir-komuta zinciri içinde çalışması
bu tarihlere rastladı. |
Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de
Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına
atanması üzerine Şam'a giderek Sina
Cephesi'ni teftiş etti ise de 5 Mart 1917
tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten
komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen
Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2.
Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat
bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917
tarihinde Yıldırım Orduları
Grubu Komutanlığına bağlı
olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan
7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin
umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman
generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa,15
Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı.
Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında
askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından
anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık
sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında
istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar
Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise
de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım
1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa
süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde
Alman Umumî Karargâhını ve Alman
Cepheleri'ni ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine
iştirak etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918
arasını kapsayan bu seyahat esnasında
Mustafa Kemal, Alman askerî çevrelerinde
incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II.
Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla
görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya
Harbi'nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini
açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu. |
Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya
seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre
sonra böbrek rahatsızlığı
nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü.
13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını
kapsayan bu seyahat dönüşü General
Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular
Grubu Komutanlığına getirilmiş
olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7.
Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve
15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa
Kemal, bu cephede İngilizlere karşı
başarılı müdafaa savaşları
yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında,
O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk
Ordusu dağılmaktan kurtarılmış;
büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını
göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı
Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu.
29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan
çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke
istemişti. İstanbul'da Talat Paşa
kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi Ahmet
İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler
karşısında Mustafa Kemal Paşa,
yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine
devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30
Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf
devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l.
Dünya Savaşı'ndan çekildi. |
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza
edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım
Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de
artık yapacak bir şey kalmamıştı. 7
Kasım 1918 tarihinde bu Grup Komutanlığı'nın
da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine
Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a
geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını
yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine
verilmiş bir Ordu Komutanı idi.
Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar
ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup
bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi"
adı verilen, şartları ağır bir anlaşma
imzalanmış, bu anlaşma şartlarına
dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip
devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış,
bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti.
Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı
gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında
taksime uğruyordu. İtalyanla, Antalya'ya çıkmıştı.
İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal
altında idi. Kars'ta İngilizler idareyi ele almıştı.
Trakya, işgal altında idi. Düşman donanması
İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale
ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. İstanbul
ve İstanbul Hükûmeti İtilâf Devletleri'nin baskı
ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükûmet, düşmanlara
âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir
vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş
yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her şehrinde ecnebi
subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri
temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı.
Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla
meşguldü; bu yolda büyük çaba harcıyorlar,
İtilâf Devletler'ini iknaya çalışıyorlardı.
Nihayet, 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler.
Olayların bu şekilde gelişeceğini
Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden
5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye
Nezaretinden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara
terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk,
aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya
ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddî olarak
arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu
terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve
İngilizlerin her dediğine boyun eğecek
olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe
imkân kalmayacaktır." Bu, Atatürk'te, her
şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin
sönmediğini, pek çoklarının düştüğü
yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını
gösterir.
Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından
yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır
ve ordunun terhisine sür'atle devam edilir. Çünkü genel
kanaat, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye
giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize
sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf
Devletleri'ni gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını
yerine getirecektik. İstanbul Hükûmetinin görüşü
ve davranışı bu idi.
Padişah ve hükûmetini saran bu umutsuzluğa rağmen,
milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı
nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor;
memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli
kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer
taraftan mütecaviz düşmana karşı koymak ve
kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer
millî teşkilâtlar oluşturuluyordu. Ancak bütün
bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları
sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün
memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.
Mütareke Türkiyesi, aklın alamayacağı
derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel
direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk,
Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi cemiyetlerin yanı
sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri
arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz
Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız
Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti
bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri
değişikti. Bir kısmı İngilizlerin,
bir kısmı Fransızların himayesini
istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını
öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi
gereğince padişah ve halife için hükümranlık
hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı
Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde
idiler. Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan
istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan
toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı
faaliyetlere girişmişlerdi.
Bu durum karşısında ciddî ve gerçek
karar ne olabilirdi.Tarih kültürü çok geniş olan ve
tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen
Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet
karşısında bir tek karar vardı. O da
millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız
bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi.
Atatürk'e göre önemli olan "Türk milleti'nin
haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı.
Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden
mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında
uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık
görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini
kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu,
acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey
değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek
ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa
mahvolsun daha iyiydi." Öyleyse Milli Mücadele'nin
parolası "Ya istiklâl ya ölüm!"
olacaktı.
|