Webci Oldum - Son Hikaye

Anasayfa

   Şehirde gidecek bir yerin kalmamıştır artık... Sen sınırlarını aşmaya çalışırken sınırlar seni kendi içine kapatmıştır... Her yer aynıdır... Hayal kırıklığının sesi bile... İçindeki yabancının sesini susturamıyorsundur bir türlü... Çünkü hep ister o, hep korkar, hep yarışır yeni imkanlar için... Senin kanın başkalarının bencilliğini, başkalarının kanı senin bencilliğini çoğaltır durmadan...
     İçindeki yabancıyı burada bırakıp uzakta bir yerde bir başkası olmak mümkün müdür acaba... Arzulamaktan ve sonra hep küçük düşmekten yorgun düşen bedeninde varolmaya çalışmak acı vermeye başlamıştır artık... Şehrin gözlerinden yorgun düşmüş bedenini masum ve dingin bir bedenle değiştirmek mümkün müdür... Oysa şehirde kimlikler ve bedenler birbirine karışmıştır... Her şey olmak isterken karanlık bir denizde hiç kimse olmuşsundur...
     Sahi artık kimler selam vermiyor sana... Kimler yollarda görmezlikten geliyor seni... Çoğalmak isterken nasıl da azalıyorsun bir bir... Şimdi git evine, dön o ışıksız yalnızlığına ve düşün kimi ne zaman ve niye kırdığını onları... Sonra hırsını alama, saldır onlara, seni nasıl kırdıklarını, sana nasıl kabalıklar, kötülükler yaptıklarını geçir bir bir aklından... Nafile, çözüm bulamazsın hiçbir soruna... Merkezinde değilsin bu hayatın...Hem artık bir merkezi kalmadı bu hayatın... Doğruyu bilen yok... Herkes savruluyor... Sen de savruluyorsun... Ömründe gerçek bir izi, anlamlı bir sesi olanları tutmaya çalışıyorsun... Olmuyor, tutamıyorsun... Belki onlar da seni tutmaya çalıştı, belki sen de onların elinden, gönlünden kaçıp gittin... Belki sen de onların sana en muhtaç oldukları bir anda savrulup gittin...
     Gece, uykunun arasında en çok bunlar takılıyor aklında... Nereye gidiyorum diyorsun, nereye... Ben nereye, dostlarım, yakınlarım nereye... Yanlış nerede... Kim eksik, kim fazla... Zaman hızla tükeniyor oysa... Bir kez daha eksik kalan şeyleri konuşsak... Söylenmemiş şeyleri... Yalanları geri alsak... Bolca özür dilesek... Pişmanlık duysak... Sonra yeniden birbirimize eksiksiz sarılsak... Kimse onursuz kalmasa... Kimse yalnız, itilmiş ve kırgın kalmasa... Herkes hakkını alsa bu hayattan... Peki, neden ses vermiyor çekip giden... Neden kabalık edip inciten bir kez olsun, gel konuşalım, gel seni incittiğimi düşünüyorum, gel sana sarılayım demiyor... Nedir bu derin suskunluk... Nedir bu onca gürültünün içindeki yaralayan sessizlik... Nedir bu onca vaadin, onca umudun içindeki sonsuz unutuluş... Sana mı kaldı onca yarayı kapatmak... Onardığın her yara seni içine çekiyor fark etmedin mi... Her yara yaklaşan her umudu içine gömüyor... Kime sarılsan seni binlerce insanın birlikte derinleştirdiği boşluğuna çekiyor...
     Aklını sustur biraz... Deliliğe çevir kalbini... Her şeyi yeni baştan hatırlamak için bildiğin bütün doğruları unut... Kendini korumak için sana öğretilen her şeyi iyice unut... Çıldırasıya unut... Hatta acı ver bedenine... Kötü davran ona... Bütün beklentilerinle alay et... Umutlarını basit, kötü, komik bir uçurtma yap... Sokak çocukları bile alay etsin seninle... Rezil et kendini ona buna... Şu andakinden daha da fazla. Herkes senin aleyhinde konuşsun... Adını yerlerden, çöplerden, unutulmuş mezarlardan topla...
     Kiraladığın evlerin birinde, daha önceki bir kiracı evin ortasına kendini asmış olsun mesela... Yapacaklarını unutup kendini asan o adamın yakınlarını ara... Hayatına o hiç tanımadığın, o hiç görmediğin adamın o yarım kalmış, o öfkeli ömründen yeniden başlamayı dene... Öyle suçlu, öyle boşluklarla dolu ki ömrün, bu suçu dindirebilmek, bu boşluğu kapatabilmek için kimse en dipteki, en umutsuz onun gözlerine bak, ve onun gözlerinde temize çek hayatını... Temizlenebilecek bir yerini bulabilirsen...
     Temize çekilmezse hayatın bil ki şehir seni sonsuza dek yenmiştir... Sen sınırlarını aşmaya çalışırken sınırlar üstüne kapanmıştır... Bunu hissettiğin an, onca kalabalığın, onca sesin ve vaadin arasından o ıssız kalbine doğru koş... Beceriksiz, yetersiz ve dilsiz kalbine... Seni kim çok sevmişse ona... Seni kim böylesine sevgisiz, böylesine umutsuz bırakmışsa ona...
     Çok mu umutsuz kalbin... Çok mu sessiz, çok mu yabancı ... Sana hep yenilgilerini mi hatırlatıyor... Sana hep yanıtı olmayan sorular mı soruyor...
     O zaman tatile çık... Çok istiyorsan onu, o içindeki yabancıyı burada bırak ve tatile çık... Onu gittiğin yerde hiç anmayacağına söz ver... O yanıtı verilmeyen sorularını oradayken hiç sormayacağına söz ver... Evet, ağırlaştın burada, burada durmadan dibe çöküyorsun... Burada hiçbir sorunun yanıtını bulamıyorsun... Gittiğin yerin buradakinden farklı olduğunu düşünüyorsun... Her şey yepyenidir, orada diyorsun... Belki bambaşka bir kimlik, belki dingin ve masum beden bulursun kendine orada, belli mi olur...
     Öyleyse sustur onu ve unut burayı... Sustur ve artık seni yaralamasına izin verme... Hem gittiğin yerde yaralarını sarar doğa, kalbini avutur şehirden uzak yaşayan insanlar... Yıllardır hazla ürpermiyorsun.... Belki bir bakışla hatırlarsın yeniden ürpermeyi... Gittiğin yerde anlar seni doğanın içindeki kirlenmemiş insanlar... Orada, hiç çaba harcamadan yaralarını sarar, yeniden doğarsın....
     Burada kalplerini derinden etkilediğini sandığın insanlar seni bir daha hiç aramadıysa bu kendi yanılgılarıdır , orada koylar nasıl bakirse, ay ışığı ne denli berraksa, insanların kalpleri de öyle bakir, öyle berraktır diyorsan git o zaman, bir an önce oralara git...
     Oysa gider gitmez anlarsın, ömrün senden önce gitmiştir oraya... İçindeki yabancın senden önce... Ve bu seni sınırlayan şehir senden önce gitmiştir oraya... Sen yanıtsız sorularından kaçarken o sorular ilk haliyle seni bekler... Kalındır urganları ömrünün, sen kendini unutamazsan o seni daha acımasız, o seni daha umutsuz bekler... Burada, yaşadığın ve direndiğin şehirde ertelediğin her soru, gizlediğin her resim daha derin bir yara, daha çözümsüz bir soru olarak karşına çıkar orada...
     Gittiğin her yerin bir zamanı vardır... Bakir koylar belli bir zamanda terk edilir... Ay ışığı berrak değil parayladır... Aynı senin gibi... Tatil kendinden kaçış değil, her saati borcuna yazılır... Aklındaki kişi çalışmak zorundadır... Birlikte içtiğiniz her içki ertesi gün biraz daha fazla çalışması demektir.... Bütün bağlardan, sınırlanmışlardan kurtulduğunu sandığın, artık yırttı dediğin arkadaşın oradaki esnafa tepeden tırnağa borçlu, ve durmadan açık veren birisidir... Seni oraya beklerken, o orayı çoktan tüketmiş birisidir...
     Tatil yeri tıpkı terk ettiğin şehir gibidir... Kurtulmak ve umut etmek için uzandığın ellerin hep bir başka imkansızlığa, bir başka umutsuzluğa çarpar...
     Hesapsızlığa gitmişsindir oysa... Sınırsızlığa... Oysa kime dokunsan kışa hesaptır orada... Kime sarılsan sınırlıdır parası, sınırlıdır umudu. Bir geceliktir çılgınlığı, uzak adalara bakılıp iç çekilir, garson hesabı getirdiğinde birden herkes suskunlaşır, gelecek kış düşünülür, o kışta yaşanacak sefil kaçışlar, zavallı saklanmalar düşünülür...
     Çünkü aşk demek parasal özgürlük demektir artık... İnsan aşkta uçabilmek için geride birikmiş para ve çokça ödenmemiş hesap bırakması gereklidir... Artık aşkta biraz olsun uçabilmek için insanın geride utançtan başını öne eğerek yaşadığı sefil geçen bir yaz biriktirmesi gereklidir...
     Önceleri yitirdiğin her şey var buradadğr sanğrsğn... Çocukların ve köpeklerin saflığına kanarsın... Orada ne görsen, kime dokunsan alıp geriye getireceğini sanırsın... Oradan getirdiğin her şeyin yaşadığın şehri biraz daha yaşanır kılacağını düşünürsün... Ve bunları düşünürken saatlerce öpüp kokladığın bir bebek, ya da kimsesiz bir sokak köpeği ansızın sana benzer... Tatilde, o her şeye uzak sandığın yerde, kurtulmak için sarıldığın her şey bir türlü unutamadığın şehrine benzer... Kendinden kurtulmak için sarıldığın her şey o bir türlü unutamadığın yabancı kendine benzer...
     Burada kendini kimseye anlatamamışsan, orada da kimseye anlatamazsın... Sadece boşluğa akar sevgin, boşluğa akar yetim sevincin... Doğa kutsaldır; seni, o boşluğa akan sevincini görmesi için ona bakarsın; bir andır sadece, muhteşemdir, ama bir göz kırpması gibi bir andır, sonra o da uzaklaşır, o da soyutlar kendisini sana, o da imkansızlaşır, tıpkı o çok sevdiğin dostların gibi, tıpkı elini uzattığın şehir gibi, tıpkı bin bir soruyla dibe batan kutsal ömrün gibi, o da uzaklaşır... Şehirde de, kaçtığın doğada da her şey hep bir andır... Görünür ve kaybolur... Vardır bilirsin, o yüzden terk edemezsin, vardır o yüzden bunca aşağılanmayı ve karşılıksız umudu sineye çekersin... Ölmek ayıptır , yaşamak ondan da ayıp... Ama ölmek deyince, tüm inançsızlığını ve günahlarını unutup " intihar günahtır " dersin :))
     Bir an için kendini unutup insanları gözlemeye başlarsın... Barlar sokağında herkes kendince bir kaçış yaşıyordur... Sonra kıyıya pahalı tekneler yanaşır... Otogara yeni otobüsler yeni yolcular bırakır... Herkes bir şeye açtır... Kendisinde olmayan, bir kış boyu özlemini çektiği şeye... Herkes en cüretkar giysileri giyip ve en kimsesiz yüzünü takınıp merkeze inmeye başlar... Onları bu gidişten kimse durduramaz... Herkes kendisini, bütün doğrularını unutup merkeze inmeye çalışır... Herkes orada kendisini en iyi, en güzel, en kusursuz hissedeceğini sanır... Sanki merkezde ebedi ve şifa veren bir ateş yanmaktadır, o ateşe sürünen herkes yalan ve eksik hayatını doğrulayıp temize çekecektir... Ve herkes o ateşi bir başkasında arar... Kıyıdakiler lokanta yemek yiyenleri, lokantadakiler arabalarıyla geçenleri, arabadakiler, yolda piyasaya yapanları, yollardakiler diskodakileri gözler zehirli bir arzuyla... En mutlu kimdir, kimdir en büyük hazzı alan. En çekici, en güzel, en zengin kimdir... Bu sorular bir türlü bitmez... Bu zehirli arzu usulca derin bir hasete bırakır yerini... Başkalarını küçük düşürmek için dışarı çıkanlar, her an küçük düşmeye hazırdır... Merkezdeki ateşe koşanların kalpleri yetersizliğin ve geç kalmışlığın o kirli hüznüyle bir anda soğumaya başlar... Bu küçük düşmeler, bu soğuyan kalpler yüzlere küstah ve uzak bir bakış gibi gelip yerleşir... Herkes birbirini çılgınca merak etse de, kimse kimseyi umursamıyormuş gibi yapar... Oysa buralarda birbirine değer veren insanların birbirlerini merak etmeleri bambaşkadır. Hazların en büyüğüdür. Verilen değerin bir göstergesidir...
     Ve farkında olmadan sen de kapılırsın bu akışa, bu soğumaya, kendini unutup başkalarını seyrederken içindeki hüznü kimsesiz bırakırsın. Bu yüzden gitgide basitleştiğini, ruhunun gerilediğini düşünürsün... Hatta şu anda senin ve ailenin olduğundan dahada rezil bir duruma düştüğünü anlamsız soğuk gözlerinle görürsün. Oysaki durum burada çok farklı... burada sadece 2 çeşit göz var. Üşüyen gözler ve onlara sarılarak ısıtmak isteyen gözler. Ve bir süre sonra hoşuna gider bu basitleşme, bu herkes gibi olmak... Ruhunu dinlendirmek için hüznünün üzerine kirli bir unutuş örtüsü örtersin... Ve sonra herkesin oynadığı oyuna sen de katılırsın... Mutlu görünme oyunudur bu... Her şey harikadır burada... İnsanlar çok keyiflidir... Doğa muhteşemdir... Eğlenceler çılgıncadır... Sanki biraz çaba harcasan kendinden, içindeki yabancıdan kurtulman an meselesidir... Yüzünü mutlu görünme oyununa göre ayarlarsın. Baktığın, dokunduğun, kokladığın her şeyden çok farklı bir tat alıyormuş gibi olmalıdır yüzün... Şaşarsın yüz kaslarının bu kadar çabuk değiştiğine...
     Ama zaman geçtikçe yüz kasların yorulur. İçindeki acıyı saklayamaz olur. Hayır, insanlar çok da keyifli değildir burada. Eğlenceler aptalcadır ve boşluk doldurma çabasıdır. Doğa öyle içine herkesi kolay kolay almaz... Mutlu görünme oyunu çok yorucudur... Hüznünün üzerindeki o kirli örtüyü gizli bir utançla kaldırırsın... Bu örtüyü kaldırır kaldırmaz geçmiş unutmak istediğin her şeyle birlikte gelir... Hüznünle birlikte içindeki yabancı da uyanır... Böyle görünmek istemezsin kimseye... Bu acını yansıtan yüzünle görünmek istemezsin kimseye... Hem mutlu görünmek böyle yerlerde zorunludur. Bu zorunluluğa uymayanlar mutlu görünenler tarafından küçümsenip, dışlanır...
     Sen de bakir koylara kaçarsın... Acınla ve yitirdiklerinle kimse arana girmesin diye doğanın kollarına sığınırsın... Ama ne yapsan nafiledir. Sığındığın koylara yanaşan teknelerden kaçtığın şehrin şarkıları hoyratça saldırır sana... O duymak istemediğin sesler, o bayağı gürültüler saklandığın ay ışığı gecelerinde bile bulur seni... Şehrin insanı o zehirli arzusuyla doğanın en gizli, en mahrem yerlerini bile keşfetmiştir... Geriye bir tek aşk kalmıştır... Onu bu zehirli arzulardan, güç ve zenginlikle büyülenmiş hayranlıklardan ne kadar kurtarabilmişsen o kadar kalmıştır... Gündüzleri kolye yapan sevgilinle bir pansiyon odasına kapanırsın... Sevgilinin kollarından başka sığınılacak bir yer kalmamıştır sanki... Kendini ait hissettiğin tek ülkendir artık onun bedeni...
Ve her orgazm küçük bir ölümdür oysa... Ama sen zaten herşeyi o orgazmlar için yıkmadınmı? Büyük ölümü her erteleyişinde bu küçük ölümlere sığınırsın... Ve bu küçük ölümleri birbirine ekleyerek yaşamak istersin artık... Hatırlamamak ve hep unutabilmek için... Ama başaramazsın. Derin sarsıntılarla o küçük ölümü yaşarken biraz önce odanıza şişe suyu getiren kominin o buruk, o yaslı yüzü gelir aklına... Böyle bir anda bu yüz neden giriyor aklıma diye kızarsın kendine, hayıflanırsın... Ama kaçamazsın o yüzlerden...Ve unutamazsın suçlu olduğunu... Küçük ölümlerin bile unutturamaz sana aslında hep şehirde kaldığını... Şehirde nasılsa sevişmelerin, burada da öyledir... Yani çıkar hesaplarıyla dolu, duygısız ve namussuzca...
     Buraya peşinden getirdiğin şehirde açlık vardır, yoksulluk vardır... Onca yoksulluk varken sen de böyle, aynı acı ve kırık seslerle boşalırsın... Küçük küçük ölerek kaçamazsın suçlarından... Oysaki bizler burada gerçek insanlar öncelikle beynimizi ve kalbimizi doyuma ulaştırmayı hedefleriz... Bu yüzden gittiğin her yer kirli bir hüzün, her yer eksik bir ölüm oluyordur... Gittiğin her yer o yaban, o uyumsuz, o durmadan kanayan kendin oluyordur... Gittiğin her yer kendinden kaçan, ama neye hasret çektiğini bilmeyen o yabancı kendin oluyordur...
Gittiğin her yer gördüğü her şeye özenen, gördüklerine özendiği her anda yine o eksik, o yaralı kendini özleyen, gördüğü her şeyde yine de o asıl kendini özleyen, geldiği yeri özleyen o yaralı kalbin oluyordur... Ne yaşarsan yaşa, içinde o yaralı kalbin olmuyorsa, kendini yaşamamış sayıyorsundur... Yaşadığın neyse ve içinde hep o yaralı kalbin varsa, bu yüzden hep geri dönmeyi özlüyorsan sen benimsin demektir...Ve daha yaşacağımız çok şey var demektir...Sen beni tanıyor, ben seni tanıyorum demektir... Ve ben seni tanıdığım için sana dönmeyeceğim demektir. Seni tanısamda artık tanımıyor gibiyim. Değil otel odalarında yazlık ihtiyaç malzemesi olmak, tövbekarda olsan yüzüne önce tükürmek sonrada sana mutluluklar dilemekten başka bakmam yüzüne. Çünkü benim artık yüzüne baktıkça içimin eridiği, yüzüne baktıkça gözlerinde daldığım, yüzüne baktıkça ona sımsıkı sarılmak istediğim bir sevdiğim var...
     Sonra bir otobüse binersin... Otobüs seni kaçtığın şehrine geri götürecektir... Kuzu kuzu binersin o otobüse... Otobüsün basamakları terk ettiğin tatil köyünün en ücra köylerindeki yollarına benzer... Ayağında sandaletler vardır... Sanki yere basıyor gibisindir... Sanki kral mezarlarına... Sanki kutsal yollara... Ayakların sanki geri çeker seni... Beynin başka yere... Sandaletli ayakların seni geri çeker, beynin geldiğin şehre... Sonra bindiğin otobüs gecenin bir saatinde mola verir... Otobüsün mola verdiği hemen yakınında sislere gömülmüş bir orman vardır...
Bir an o ormana doğru koşmak, içinde kaybolmak istersin... Ama yapamazsın...
     Otobüs yolcularını geri toplarken, o sislere gömülmüş ormanda kalır düşlerin... Bir an için çok acır... Bundan böyle hayatındaki her şeyin aynı olacağını düşünürsün... Kaçtığın ve yine geri döndüğün yollarda düşlerini bıraka bıraka yaşayacaksındır...
     Çünkü nereye gidersen git, elbet bir gün dönersin... Ve gittiğin yerde seni kimse tanımaz, döndüğün yerde ya eksik sevilmişsindir, ya da yanlış... YA DA HAK ETMEMİŞSİNDİR...
     Bırak biraz daha uyusun içindeki yabancı... Şehre daha çok var... Bırak biraz daha uyusun.. Ama bizler burada uyumuyoruz. Her uykuda geçen dakikayı birbirimizden uzakta geçmiş sayıyoruz. Sabahlara kadar oturuyoruz balkonlarda sıcacık sohbetlerle. Çok rahatız. İyiyiz. Hatta süperiz :) Yaşıyoruz dimdik, alnımız ak, ve SADECE KENDİ DOĞULARIMIZLA YAŞIYORUZ. YAŞAYACAĞIZ AYRILMAKSIZIN, BERABERKEN BİLE BİRBİRİMİZİ ÇOK ÇOK AMA ÇOK ÖZLEMENİN O MÜTHİŞ, TARİFİ İMKANSIZ TADINI ALACAĞIZ. VE KENDİ DOĞRULARIMIZDAN ŞAŞMAYACAĞIZ. SEVİYORUM SİZİ ATİKUS VE CROCUS... ÖNCE DOST OLARAK SONRA 4-3-9 GİBİ ÇOCUKSU ŞİFRELERE SIĞINACAK KADAR CESARET VE DUYGU PATLAMALARININ ÖNÜNE GEÇİLEMEYECEĞİ DUYGULARLA... EL ELE DAHA GÜZEL GÜNLERE...

Anasayfa