Amerika’dan Furkan Mektubları

İSA PEYGAMBER VE TASAVVUF VESİLESİYLE

Y. Richardson

Tercüme: Hayreddin Soykan

 

 

Bazen, tüm mücadelemiz, kendileriyle en derin duygularımızı tasvir edebileceğimiz kelimeleri bulmak üzerinedir. Makalemiz de, işte bu nevî bir çabanın örneği addedilebilir. İnşallah, mevcud kelime dağarcığım, geçen birkaç ay zarfında kalbimin atışına eşlik eden böylesi uçsuz bucaksız bir mevzuun çok çok küçük bir parçasına dair duygu ve düşüncelerimi iletmeye izin verir. Hayatın mütemadiyen önümüze çıkardığı zorlu meseleler yahut bizlere her dem takdim ettiği mükâfatlar, İslâm merceğinden değerlendirildiği ân, bizim durumumuzdaki gibi öncesinde görme problemi yaşayan ancak İslâm’la şereflendikten sonra berrak bir görüşe erişenler için meselâ, varlığımıza can taşıyan bir tulumbanın devirleri mesâbesinde bir kıymet arzeder. Bu noktadan itibaren okuyacağınız metinle ben, Yol’un gözalıcı güzelliğine dair hissettiklerimin bir kısmını sunmaya çalışacağım.

Toplum ve kültürünün hâkim vasfı itibariyle Hıristiyan bir çevrede ve bir Hıristiyan olarak yetişmiş olan ben, nihayet Allaha hakiki imanla şereflendirilerek emsâlsiz bir nasibe erdirildim. Allaha hamdolsun ki, bu mânâ tarafımdan idrak edilebildi sonunda. Tüm kardeşlerim için işte bunun gibi her bir fırsatı değerlendirmek istiyorum. Şöyle ki, bu vesileyle sadece en derin duygularımı iletmiş olmayacak, fakat hassaten onların istifadesine olacağına inandığım tarzda, bugüne dek en büyük meselelerden olagelmiş kimi hususları da gündeme getirmeye bakacağım. Bu iki şahsî gaye yanında, kardeşlerimin Hıristiyan dünyasını ve bugünkü Batıyı anlayabilmelerine yardımcı olacak tarzda ve (ziyadesiyle mütevazi bir bilgi olsa dahi) yine şahsî bilgimi de değerlendirebileceğim bir şekilde, çevremdekilere hizmet arzum da aynı zamanda belirleyici oldu.

İstanbul’daki arkadaşlarım sürekli şu soruların cevablarını merak etmekteydiler: Hıristiyanlar, dünyayı, kendi hayatlarını, Allah Hakikati’ni, insan olarak kim olduğumuz meselesini, Allah’ın yüce peygamberlerini, bilhassa Hazreti İsa’yı nasıl idrak ediyorlar? Bu bahisler, yüzyıllar boyu, Allah adına yahut O’na iman adına, vesilesiyle sayısız savaşlar ve mezalimin sözkonusu olduğu, ayırıcı faktörlerdir. İnşallah, duygularımızı sizlerle paylaşırkenki gayretimiz, kelimelerimiz ve bu yaptığımız işin, O’nun bizim için takdir ettiği ve O’nun peygamberlerinin bizzat bu Yol’da yaşayarak zaten hepimize örneklik belirttiği o güzel hayat tarzı ve imana muvafık olması, bizim de taklid ile hakiki bir istifadeye erişmemiz arzu ve gayesi istikametinde olacak.

Altı yıllık bir dönem boyunca, İsa Peygamber’in hüviyeti ve “keyfiyet”i meselesi ile boğuştum durdum. Bazılarımızın zaten bildiği üzere, hepsi olmasa da çoğu Hıristiyanlar, bugün İsa Peygamber’e, dediklerine nazaran, “İlâh’ın bir parçası”, “üçlü birliğin bir parçası” olarak yönelirler. İslâm’ın bize öğrettiği ise, tüm bu yukarıdakilerden bambaşka bir hakikattir, hakikatin tâ kendisidir: “LÂ İLÂHE İLLALLAH”. İslâm nazarında böyle bir telâkki, hem İlâhî olan hem de biz yaratılanlara-O’nun yaratıklarına atfedilen hususiyetler bakımından affedilemez bir yanlış anlamaya ve yanlış anlayışa tekabül eder. Geçmiş Hıristiyan hayatıma baktığımda, genç bir Hıristiyan olarak, hatta bugün bile daha da fazla olarak, şu soru daima zihnimi meşgul etmiştir: Şayet gerçekten “Üçlü Birlik” ise Sevgili’nin Hakikati, Hıristiyanlar “Mukaddes Ruh”a değil de niçin sadece İsa Peygamber’e yönelir ve dua ederler? İlâh, hakikaten, üç eşit “hüviyet” yahut “keyfiyet”ten ibaretse, niçin “Mukaddes Ruh” İsa Peygamber için mevzubahis olana yakın sıklıkta zikredilmez? Bu noktayı arzederek, Ortodoks Hıristiyan doktrininin de artık kendince ifşâ ve sıhhatini tedkik etmeye başladığı bir anlayışı, vazifelerini kabul ile Yol’daki seyahatine başlamış biz Müslümanların nasıl değerlendirmesi gerektiğine dair bir tesbitte bulunmak istedik.

Birçok insan aynı duruma düşmek istemezdi hiç kuşkusuz, ancak yaygın rivayetlerden öğreniyoruz ki, Abbasî idarecilerince umuma açık infaza sevkedildiği demde Hallac-ı Mansur, “zincirler içinde dans ediyordu”. Mâşuğuyla yeniden bir olmak arzusu onda o kadar muazzamdı ki, bu dünyadan gönderilecek olmasına seviniyordu. Hicrî 309 yılında infaz edilen bu ceza, “devletin emniyetini tehdid eden itikadî bir hata” için takdir edilmişti. Mansur’u böyle bir belâya düçar kılan sözü neydi hakikaten? “Ene’l Hakk” demişti o; “Hakikat, benim,” “Ben, Hakikatim.” Evet, “BEN, HAKİKATİM,” diyordu Mansur dünyaya; “…AŞK, bu kalıbı bana lûtfetti!”

Üç yüzyıl sonra Hazreti Mevlânâ şöyle ilân edecekti: Mansur, aslında tevazuun ve fâni oluşun öyle bir seviyesine erişmişti ki, artık “Ben, Allah’ın kuluyum!” diyemeyecek, fakat Tasavvuf’un tâlim ettirdiği bir hikmeti, yani her dem nefsimizi mahvedişle “O’ndan” bir hüviyet belirtme gereğini teyid edecekti. Manevî şuurun o derecesine yükselmişti ki, dürüstçe ve tüm kalbiyle ağzından dökülmüştü bu ifadeler.

Yol’daki tüm seyyahlar gibi, kendimize daima sormaktayız: “Ben kimim?”, “Burada olmamdan gaye nedir?”. Mevlânâ Hazretlerinin buyurduğu üzere: “Sufî’yi Sufî yapan nedir? Kalbin saflığı…” Bu çizgide, sanırız şunu da anlamak mümkün: “Başkalarına ikram edin ki, bize de ikram edilmesini isteyebilelim.” Ki bu da, Hazreti İsa’dan Hıristiyan Mukaddes Metinlerine miras kaldığına inandığımız Hıristiyanlığın temel umdelerinden biri olduğu kadar, bazılarının Batı dediği Yahudi-Hıristiyan (Judeo-Christian) dünyasında, bir nevî dinin âlemşümûl beşerî standardı anlamına gelmeye başlamıştır. Mukaddes Kur’ân’da bize arzedilen: “Şüphesiz, Allah katında İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona "ol" demesiyle o da hemen oluverdi. Gerçek, Rabbinden (gelen)dir. Öyleyse kuşkuya kapılanlardan olma.” (3: 59-60) Hıristiyan İncil’inde, İsa Peygamber’in Rabbine şöyle seslendiği iddia edilir: “Babam”. O’na, aynı zamanda “Yol ve Hakikat” olarak işaret edildiği de kaydedilir. Fakat, bu husus, İncil nokta-yı nazarından, ilgili dönem ve yerleri itibariyle tüm peygamberler için cârî değil midir? Kanada’daki İslâmî Enformasyon Vakfı tarafından gerçekleştirilen bir araştırmada, “İlâhın Oğulları” tâbirinin, yalnızca İsa Peygamber için değil, ayrıca başka bazı peygamberleri tasvir için de kullanıldığı belirtilmektedir (Gen. 6:2, Deut. 14:1, Hos. 1:10). Burası, İsa Peygamber’in “İlâhın Oğlu” olduğu şeklindeki modern Hıristiyan inancının da neş’et ettiği yer olsa gerektir.

Hâşâ, “O’nun oğulları” tarzında ve lâfzındaki bir iman, idrak ve tenzih galatına düşmeksizin ifade etmek gerekirse, İlâhî Kıvılcım, Nur, işte o IŞIK vasıtasıyla hepimiz, “O’ndan gelmiş” ve “O’na dönecek” yaratıklarız. Ki her birimizin içinde olan bu kıvılcım, bu nur ve bu ışık, kesiksiz bir tecelliyle ve biyolojik mucizeler biçiminde varoluşumuzun tüm safhalarında daima cârî olduğu gibi, bedenî varlığımızın ötesinde ve en derin manevî katmanlarda da hükmünü cârî, görünmez esrar cümlesindendir. İncil bile der ki, İlâh’ın “ruh”u, tüm kadın ve erkekleri şâmil olarak elbet, O’nun yaratıklarındadır. Her birimizin içindeki bu kıvılcım, Allahın Birliğine iman ettiğimizde ve söz ve amellerimizle bunu ilân ettiğimizde, yine O’nun iradesini kendi hayatlarımızda ve her ân kendini bize açarak cereyan eden çevremizdeki hadiselerde kabul ettiğimizde, kuşatıcı bir ateş olacaktır. Biz inananlar için her yerde âyetler, işaretler bulunduğu söylenmiştir bize. Kur’ân’da şöyle buyrulur: “Göklerde ve yerde olanların hepsi padişah, mukaddes, azîz ve hakîm olan Allah'ı tesbih etmektedir” (62: 1) Kendisiyle Bir’i seveceğimiz tek bir kalbimiz olduğu gibi, O’nun azametini kendisiyle ilân edeceğimiz yine tek bir ağzımız vardır. Ve iki de gözümüz var ki, âlemde gördüğümüzün her zaman nihaî gerçek olmayabileceğini bizlere hatırlatmak içindir sanki. İşinde biricik olan usta bir marangoz düşünün; terini ve kendinden bir parça olan biyolojik izini (DNA) nasıl da üzerinde çalıştığı tahtaya bırakır. En basit bir marangozun bile eserine bıraktığı böyle bir izi varsa, ya Sanatkârlar Sanatkârının yaratıklarındaki hikmet izleri? Evet, hepimizin ve her birimizin bir parçası olduğu, görünen ve görünmeyeniyle bu âlem, O’ndandır ve O’ndan “âyetler” taşımaktadır. Tüm bu mülâhazalar, genç bir Hıristiyan olarak inancını berraklaştırma ve muhtevasını arındırma sürecinde zihnimi meşgul eden hususlardı. İşte bunlar yardımcı oldu, hamdolsun, İslâm’ı bulmakta bana. Öyleyse, tüm bu dile getirdiklerimiz muvacehesinde, şöyle bir kanaat yahut suâl doğuyor içime: İsa Peygamber, nübüvvet şânı münezzeh olarak, Yol’daki en eski seyyahlardandı denilebilir mi bu bakımdan, bir diğer ifadeyle, Batıdaki anlamıyla bir Sufî?

Tasavvufî hikmetler ve tatbikat, Batılılar, hatta birçok Müslüman tarafından yanlış anlaşılmakla beraber, Mutasavvıflar, Müslümanların “mistik ailesi” tarzında değerlendirilebilir. İsa Peygamber’e gelince, kendi zamanı zarfında, kendi cemiyetine teveccüh eden bir muallim, bir hizmetçiydi o; hem köyündeki insanlara, hem de mü’minler topluluğuna. Bu misâl vesilesiyle dile getirmek istediğimiz incelik, bizlerin hem öğrenmek hem karşılıklı fikrî münasebetlerde bulunmak, bunun gayretinde olmak borcunda oluşumuzdur. İster faal olarak, ilmin an’anevî biçimlerine bürünerek, isterse müşâhid olarak, çevremizde olan bitenlerin kendi varoluşumuz nezdinde belirttiği mânâları okumaya çalışarak, neticede daimî bir öğrenme gayreti içinde sâbit olma borcundayız. Bunun da ötesinde, fiilî olarak da hem Allaha, hem kullarına, bir deyişle komşularımıza hizmetle mükellefiz. Allahın izniyle, sadece bilmek değil, kabulle beraber fiiliyatta da dünya üzerinde bize düşen rolün gereğini yapmaktan mes’ûlüz. O’nun dininin ağırlığını taşımak, hernekadar aşkın hakiki bir emeği olarak değerlendirilmeliyse de, yine bizim omuzlarımıza düşmektedir. Bu bir “yük” addedilmemelidir, daha ziyade, her birimiz için eşsiz bir fırsat bilinmelidir. Bu fırsat bizlere verilmiş olarak, Allahın ve O’nun vesile kıldıklarının yardımıyla, yolunu kaybetmiş kardeşlerimize hakiki iman yolunu bildirmek bize düşmektedir. Bu ruh ve bakışla, inşallah, çözülemeyecek hiçbir düğüm yoktur.

«De ki: “O, Allah’tır, bir tektir.”

“Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)”

“O’ndan çocuk olmamıştır (Kimsenin babası değildir). Kendisi de doğmamıştır (kimsenin çocuğu değildir).”

“Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”» (112: 1-4)

Allahın sadık askerleri için samimi dualarımla.

Tercüme: Hayreddin Soykan

Furkan Dergisi, Eylül 2008

 

DİĞER MAKALELER

- Teşkilatçının Hitab Tarzına Dair

- Parçalara Mıhlı Hissiyatın Gölgelediği

- Eski Baasçılar Direnişi Meşrulaştırmak İçin Nakşibendi Sufisi Oldu / Abdul Hameed Bakier (Tercüme)

- Türkiye'nin İslami Büyük Doğu Akıncıları El Kaide İle Bağ Tesis Etmeye mi Çalışıyor?/ Gareth Jenkins (Tercüme)

- Aynalar

- Mutasavvıf Mücahidler / Khurram Zaman (Tercüme)

- Ocağı Tutuştururken

- "Enformasyon" Deyince

- Kelime Etiketleri Arasında Yiten "Gerçek"

- Sartre Vesilesiyle "Yaşayan" Necib Fazıl

- Dokka Umarov: "Mücahid Saflarındaki Büyük Arınma Devam Ediyor" (Tercüme)

- Siyaset Satrancı

- Batılı Enformasyon ve Teknolojik Kıskaç

- Şuur ve Hafızanın İnşa Ettiği "Hikaye"

- Amerika'dan Furkan Mektubları / Y. Richardson (Tercüme: Hayreddin Soykan)

- Prof. Dr. William Chittick İle Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Muhyiddin-i Arabî Vesilesiyle

- Prof. Dr. Carl Ernst ile Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Yazı, Fikir Mimarisi ve Hafızaya Dair

- Kültürümüzü Var Edici Hafızanın İnşası

- Prof. Pablo Beneito ile Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Nasıl Anlaşır Yahut Anlaşamayız?

- İnsan: "Sembolleştiren Hayvan"

- Prof. James W. Morris ile Muhyiddin-i Arabî Üzerine (Röp: Hayreddin Soykan)

- Güdük ve Bunak Toplumun İlacı

- Anlaşmak Yahut Anlaşmamak; İşte Bütün Mesele!

- Amerika'nın Yenildiği "Fikirler Savaşı" / Y. Richardson (Tercüme: Hayreddin Soykan)

- Sufi Cihad? / Doç. Dr. Andrew G. Bostom (Tercüme Hayreddin Soykan)

- Kumandan Carlos: "Türkiye'nin Baş Meseleri Salih Mirzabeyoğlu'nun Serbest Bırakılmasıdır!" / (Ropörtaj: Hayreddin Soykan)

 

www.yeniakademya.org

www.akademya.up.to