Sizce eşcinsellik genetik mi?
Evet Hayır
 
    Sanat  

Uzun bir süredir roman yazarlığından çok Radikal gazetesindeki köşe yazarlığı ile gündeme gelen Perihan Mağden'in bu çok satan yeni romanına eklenen hayat hikayesinden 1960 İstanbul doğumlu olduğu ve halen yaşadığı dışında bir bilgi edinemiyoruz. Önceki kitapları ise şöyle sıralanıyorlar; Haberci Çocuk Cinayetleri(1991), Refakatçi(1994), Mutfak Kazaları(1995), Hiç Bunları Kendine Dert Etmeye Değer mi?(1997), Kapı Açık Arkanı Dön ve Çık(1998), Fakat Ne Yazık ki Sokak Boştu(1999), Herkes Seni Söylüyor Sahi Mutsuz musun?(2001), Dünya İşleri(2001).


Adından da anlaşılacağı gibi, iki genç kızın hikayesidir okuduğumuz; Behiye ve Handan'ın... Ancak hikayede Behiye'nin rolü Handan ve diğer roman kişileriyle kıyaslanmayacak kadar ağır basıyor. Perihan Mağden, Behiye'nin ağzından aktarmasa bile, bir tek onun ruh ve düşünce dünyasının derinliklerinde dolaşmış. Dar gelirli bir ailenin üniversitede okuyan genç kızı olarak çizilen Behiye'nin ruh ve düşünce dünyasında fazla bir derinlik yok; üzüntü, sıkıntı ve kızgınlıktan başka bir hal içinde var olamıyor, en çok da nesnesini arayan şiddet belirliyor hareketlerini. Silik babasından, şaşkın, ürkek ve sakar annesinden, köşe dönme hayalleri kuran milliyetçi abisinden, hep aynı kokuyu teneffüs ettiği apartmandan, evinden, komşularından, yaşıtı kız ve erkeklerden, kısaca her şeyden ve herkesten nefret eden Behiye, bir gün ansızın karşılaştığı Handan'da buluyor kurtuluşu. Romanın kırkıncı sayfasındaki bu karşılaşma anından sonra, Behiye ve Handan'ın iki bedende tek bir hayat sürdürdükleri ondokuz günü izliyoruz. Geçimini zengin erkeklerle birlikteliğinden temin eden annesi Leman'dan görmediği ilgi ve şefkati Behiye'de bulan Handan ile ince zevklerin her türlüsünden mahrum kalmış Behiye birbirlerini tamamlıyorlar sanki. Ne okul, ne ev, ne de ailesi vardır artk Behiye için. Leman'a rağmen Handan'lara yerleşir, gönülsüzce de olsa Handan'ın arkadaşları ile gezip dolaşır, Handan'la birlikte uzaklara kaçıp gitme hayalleri kurar. Ne var ki sevgisiyle bunaltmıştır Handan'ı; beraberliklerinin yirminci gününde bu kısacık mutluluğu büyük bir acıyla noktalanacaktır...

Hikaye Handan ve Behiye üzerine odaklanırken, üç cinayet sahnesi giriyor araya. Üzerlerinde tepeden tırnağa ünlü markalarca üretilen giysiler bulunan üç genç erkek cesedine ait adli tıp raporlarını okuyoruz. Üç cinayet de jilet, bıçak ya da bisturi tarzında kesici bir aletle işleniyor. Romana "polisiye" yakıştırması yapılmasının nedeni, katil ve kurbanlarının kimliklerinin belirsiz kaldığı işte bu cinayet vakaları. Handan'ın marka düşkünü zengin erkek arkadaşlarına duyduğu kin nedeniyle katilin Behiye olduğunu tahmin ediyoruz elbette. Zaten romanda bu rolü alacak bir başka aday da bulamıyoruz.

İşlenmemiş malzeme: Kısaca özetlediğim hikaye, metnin barındırdığı zengin potansiyeli işaret etmekle birlikte, romanın edebi değeri hakkında pek bir şey ifade etmiyor. Çünkü bir romana edebi değerini veren şey hikayesinin ne anlattığı değil, o hikayenin yan temalarla nasıl zenginleştiği, karakterlerin ete kemiğe nasıl büründüğü, toplumsal hayatın bu karakterleri ve olayların gelişimini nasıl etkilediği, nasıl bir atmosfer yaratıldığı ve yazarın bütün bunları nasıl bir dil ve üslupla aktardığı soruları yanıtlandığında ortaya çıkabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse bu özelliklerin hiç birini bulamıyoruz "İki Genç Kızın Romanı"nda. Perihan Mağden, alelacele, çala kalem yazmış; hiçbir ayrıntıya girmemiş, roman kişilerini işleyip ete kemiğe büründürmemiş, bir olay örgüsü dokumamış, kafasındaki hikayenin ham halini, aklına neredeyse ilk geldiği biçimiyle aktarmış bize. Kendi alıştığı kokular, kendisini rahatsız eden marka tutkunu gençler farklı bir sınıftan gelen Behiye'ye nedensiz biçimde yansıyıvermiş. Kuşkusuz hayatta ne varsa olduğu gibi katılmaz romana. Seçicilik niteliğiyle roman, her şeye izin veren hayattan daha ekonomiktir. Aksi takdirde yirmi günlük bir hikaye anlatmak için ciltlerle kitap yazmak gerekirdi. Ancak Perihan Mağden, ekonomi konusunda fazlasıyla hasis. Behiye'nin iç hallerini neredeyse aynı cümle yapıları ve kelimelerle –tekrar ede ede- birkaç sayfada anlatıp, Handan'la karşılaşma –kurtuluş- anını içinde birkaç büyük harfli kelime barındıran üç beş cümlede özetleyiveriyor.

Perihan Mağden'in yeniyetmeliği yaşayan gençlerin bu toplumsal yapıda maruz kaldıkları sıkıntılara eğilmesi ve gençlerden birini dar gelirli bir kesimden seçilerek fırsat farklılıklarını yarattığı öfkeyi yansıtmayı hedeflemesi övgüye değer, ama ne bu sıkıntıların ne de sınıfsallığın romana katılmışlığından söz edemeyiz. Diğer gençler –Handan da dahil- gülüp eğlenirken sadece Behiye'dir dışarıda kalan. Üstelik Behiye kendi sosyal çevresinden de yalıtılmış gibidir. Öfkesinin hedefi, sınırı, sınıfı da tanımlanmayınca, Handan'a duyduğu –cinsellik de kokan- olağan dışı tutkusu ve gem vuramadığı, cinayete kadar vardırdığı şiddetiyle Behiye, bir genç kız tipolojisinden çok bir psikopat kimliğine bürünüyor. Böylelikle ne toplumsal bir eleştiri kalıyor ortada, ne de kadınlık durumuna "damardan" bir yaklaşım... Belirgin bir erkek tipine de yer verilmeyen romanda Behiye, Handan ve anneleri ile somutlanan kadın tiplerinden yola çıkılarak genel anlamda bir "kadın"a ulaşılacağını söylemek, kadınlık durumunun psikolojinin kavramları ile açıklanabileceğine duyulan inançla mümkün olabilir ancak.

Hikayenin polisiye niteliği de farklı değil. Eğer içinde "ölü" barındıran her hikayeye polisiye denilebilirse, evet, "İki Genç Kızın Romanı" üç adli tıp raporuyla bu sıfatı hakediyor. Ancak o zaman bütün savaş romanlarını da böyle adlandırmak gerekmez miydi? Oysa ki bir metne polisiye dememiz için bir cinayetin işlenmesi, katil ve kurbanlarının varlığı yeterli değildir. Polisiyeyi polisiye yapan muamması, gerilimi ve hepsinden önemlisi bütün olayları mantıklı ve organik bir bütünlükle bir araya getiren kurgusudur. Kurgu yerine, Behiye ve cinayetler arasındaki bağlantıyı Behiye'nin nefreti yapıştırıyor birbirine. İşte bu nedenle bir bisturi, üç ölüm vesikası ve üç cinayet mahalli ile yetiniyoruz. Bir eylem hikayesi yazmakla karakterlerin ruh ve duygu dünyasını işlemek arasında kararsız kalmış Perihan Mağden. Adli tıp raporlarının sonuna eklenen penis boyutları ise talihsiz birer ayrıntıdan öteye gitmiyorlar.

Ham bırakılmış hikayesi, kurgusal zaafları, kadın sorununa yaklaşımındaki öznellik bir yana, dil ve anlatım özellikleri de aksıyor "İki Genç Kızın Romanı"nın. Perihan Mağden'in gazete köşe yazılarında kullandığı dili romana da taşıması hiç de iyi sonuç vermemiş. Kabaran duyguları gösteren büyük harf kullanımı, tekrarlar, sessiz harflerle yapılan vurgular, yarım bırakılmış kesik cümleler ve diğer imla oyunlarıyla güçlendirilmeye çalışılıyor anlatım. Roman yazmanın aynı zamanda bir zanaat, sabırlı ve titiz bir işçilik gerektirdiğini unutuyor yazar ve çoğu kez eksik kalıyor ifadeler. Mesela "Havuzdan çıkıp terk ettiğinde boğanın sularını, çok öpüp seviyor onu Handan. Çok kucaklıyor. Ama onunla girmedi işte havuza. Atlamadı." Ya da "Hiç anlamamıştı Behiye. Çok daha çok gün sanmıştı. Tamamı ömrünün. Yani Behiye’nin öyle" tarzındaki kalıplar üçüncü tekil kişi ağzından geniş zaman kipinde bol miktarda devrik cümleyle tekrarlandıkça monotonlaşıp sıkıcı bir hal alıyor hikaye.

Metinde doldurulması okuyucunun hayal gücüne kalmış çok sayıda boşluk olduğunu söylemiştim. Aynı anlatım zaaflarını yaşayan bir çok yazar gibi, Perihan Mağden de romanındaki eksiklikleri gazete, dergi ve televizyon röportajlarında tamamlama yolunu seçti. Üstelik, yine diğer yazarlar gibi, anlattıkları ile kendisi, karakteri, giysileri –yazar özelinde markasız kareli gömleği-, duygu ve düşünceleri arasında bir özdeşlik ilişkisi olduğunu da vurguladı... Üretici ve ürün böylesine benzeşince, reklamların kitaba değil yazara yönelmesinde sakınca yoktu elbette. Gerçekten de, eski edebi alışkanlıklarımızın etkisiyle önceleri garipsediğimiz bu tutumda şaşılacak bir şey yok. Çünkü “Marx’ın önceden gördüğü gibi, gelişmiş kapitalizm insanları satmak zorunda olduğu nesnelerin biçiminde kalıplamak sorunuyla karşı karşıyadır" ve günümüzde kitap üretimi edebiyatın değil kapitalizmin yasalarına göre işlemektedir... Bu durumda, şiddeti anlatan bir kitapsa eğer pazara çıkan nesneniz, öyleyse "benim için şiddet kabul edilebilir bir şey. Bu hakikaten çok ağır bir şey. İnsanlarda şiddeti anlıyorum. Bu içimde fena halde var" diyerek –hiç de meşru olmayan bir doğallıkla- şiddeti meşrulaştırabilirsiniz pekala. İnsanların duygularına hitap eden acıklı, içten, "damardan" bir şey mi bekliyor tüketici? O zaman kendinizdeki duyguları sergilemelisiniz; "Bu kitap için parçalandım ben. Çok yürekten bir kitap. Bu benim yüreğimden çıkan bir şey. Perişan oldum hakikaten. O kadar acı çektim, o kadar üzülerek yazdım ki. Çok kez kendi kendime, değer miydi diye sordum. Bu kadar üzüleceğimi bilseydim, bu işe girişemezdim. İnanılmaz korkunç bir dönem yaşadım.... Kendimi Şaman gibi hissettim. Yazdıklarımı yaşıyorum. Çünkü benim anladığım yazarlık böyle bir şey. Yemin ederim sana"...

Metnin değer sorunu: Yazarın sarf ettiği sözlerin ya da reklam kampanyalarının veya çok satarlığın metnin edebi değerini etkilemeyeceği iddiaları, yazar, eser ve eleştirmenin "aura"sını korumaya yönelik belki iyi niyetli, ancak edebi alanın niteliğini kavramaktan çok uzak yaklaşımlar. Doğrudur, metinler olmaksızın eleştiri müessesesi de oluşamayacağından, değer kavgasının kaynağı kuşku yok ki metindir. Okuyucunun karşına matbu kitap olarak çıkan bir metin son halini almış olmakla birlikte, okuma eylemi gerçekleşmeden önce bir değeri yoktur, daha doğrusu olmamalıdır. Ne var ki, edebi otorite tarafından bu metnin taşıdığı anlam ve değerler, edebiyat alanına okuma eyleminden önce sokulurlar ve genellikle o metnin tüketimini bu ön anlam ve değerler belirler. Artık gelenekleştiği gibi; kitap henüz tamamlanmadan birkaç sayfalık okuma seansları düzenlenir, fotokopileri tanıdık eleştirmenlere ulaştırılır ve kitap okuyucuyla buluşmadan bir gün önce, kitap hakkındaki bütün ayrıntılar ve yorumlar, bizzat yazarla yapılan röportajların eşliğinde okuyucuya sunulur.... Öyleyse, bir metnin gerçek anlamda "okunması", hedef tüketici kitlenin niteliğine göre seçilen dergi ve gazete reklamları, yazarın kendi metnine dair yorumları, metni basan yayınevinin sektördeki saygınlığı, yazarın -eğer varsa siyasi- tavrı, dönemin popüler yazın akımına uygunluğu ve son olarak da kitabın kağıt ve baskı kalitesi göz önüne alınmadan yapılamaz. Pierre Bourdieu'nun sözleriyle; "sanat yapıtının değerini üreten kişi, sanatçı değil, sanatçının yaratıcı gücüne duyulan inancı üreterek, bir fetiş olarak sanat yapıtının değerini üreten inanç evreni niteliğiyle, üretim alanıdır".

Edebi ürünle üretim/değişim/tüketim süreçleri arasındaki ilişkide ürünün sunumunun önemini göstermesi açısından "İki Genç Kızın Romanı" bulunmaz bir örnek. Elimizdeki kitap 260 sayfa. Ne var ki, aynı yayınevinin aynı sayfa tutarındaki bir başka kitabından çok daha kalın ve ağır. Daha büyük puntolar ve cömert bir sayfa düzenlemesi kullanılmış teknik masada. Yani roman dış yardımla "büyümüş". Teknik cambazlıklar dışında, Perihan Mağden'in de "büyük romanın çok sayfalı olması gerekir" beklentisini karşılamak için gereksiz tekrarlar yaptığı ve "kısa roman" kalıbında belki de çarpıcı olabilecek anlatısını yavanlaştırdığı iddia edilebilir.

Tartışmalarda yanlış yöne çekilen bir başka mesele, popüler kültür ve çok satarlığa ilişkindi. Bu konuda önce metnin, ve ardından yazarın değerini çok okunurluğuna bağlayan popülist söylemden, bu değeri, eleştirmen ve yüksek beğeni sahibi edebiyat severlerin estetik normlarında arayan seçkinci anlayışa kadar geniş bir yelpaze çıkıyor karşımıza. Oysa edebi açıdan sorun bir kitabın çok sevilip çok satması yani "popüler"leşmesi değil, daha ilk baştan çok satmak amacıyla, satarlık kalıpları gözetilerek kaleme alınmasındadır. Sonuçta her edebiyat vakası, bir insan olarak yazarın maddi ihtiyaçlarının karşılanması meselesini önümüze koyar. Ancak bu, para için yazılan ürünlerin edebi değerden yoksunluğu anlamına da gelmez. Biliyoruz ki edebiyat tarihinin pek çok başyapıtı, Victor Hugo, Dostovyevski, Balzac ya da Alexandre Dumas gibi yazarların "nakite sıkışıklığının" ürünüdür. Ancak dar zamanda çok sayfa yazma zorunluluğu genellikle iyi sonuçlar vermemiştir. Mesela Nazım Hikmet’in “Yeşil Elmalar” tefrika romanının başarısızlığı, böyle bir zorunluluğun sonucudur.

Kavramları yeniden doldurmak: Vardığımız bu noktada, bir edebi ürünü değerlendirmek için kullandığımız geleneksel "edebiyat kavramı"nın günümüze uymadığını itiraf etmeliyiz belki de. 18. Yüzyılda burjuvazinin edebi kültür edinmesi, kitabevlerinin endüstrileşmesi ve kalemiyle yaşayan yazarların ortaya çıkması sonucunda doğan bu tarihsel kavram, geçmiş yüzyılların edebi ilişkiler ağı hakkında bir fikir verse bile, içinde yaşadığımız üretim, dolaşım, mübadele ve tüketim koşullarını açıklayacak güçten yoksun görünüyor. Bugün, edebi alandaki simgesel sermayeleri kabarık yazarların imaj değişikliklerini açıklarken karşılaştığımız sıkıntının kaynağı, söz konusu sermayelerin geleneksel edebiyatın değer kavramlarından devşirilmesinde, amaca ulaşıldıktan sonra bu kavramların içinin boşaltılarak edebi değer ölçütünün yine çok satarlık kantarına vurulmasında aranmalıdır. Ortak duyu yerine öznelliği koyan bu yeni durumda artık yargının imkanı ortadan kalkmış, metinler kendilerini yargılanmamak –beğenilmek- üzere takdim ettikleri için kamusal alanın yerini pazar almıştır.

Kitap üretimi ya da edebiyat... Hangi kavramın, hangi kelimenin kullanıldığının hiçbir önemi yok; tartışılması gereken, işte bu yeni ilişkinin –pazar için üretimin- kendisidir. Bunun için tarihsel edebiyat kavramının zihnimizde yarattığı kutsallık imgesinden sıyrılmak, yazarın "yaratıcı"lığını, metnin "biricik"liğini bir kenara itmek, kitap üretimini ait olduğu alanın, yani pazarın kavramları ile anlamaya çalışmak, "edebi" sözcüğünün barındırdığı ön kabullerden sıyrılmak zorundayız. Yazarı, yayınevini, kitapçı ve okuyucuyu bir kitap özelinde birleştiren yeni "aura" sayısal değerlerle ölçülen bir şeyse eğer, hikaye, roman ya da şiir, bir kitabı yorumlarken bu sayısal değere etki eden parametreleri göz ardı edemeyiz artık.

Elbette edebiyatın geleneksel yolunu izlemeye çalışan yazar, yayıncı ve okuyucular da varoluşlarını sürdüreceklerdir. Ancak bir çok gelişmiş kapitalist ekonomide olduğu gibi; yani sınırın öte yanında kalmayı, az okunup az tanınmayı, yazdıkları ile geçinme imkanı bulunmadığını kabullenerek. Ancak hemen ekleyeyim, genel üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olan bu durumu, kitap endüstrisine kendi istekleriyle ayak basıp "star"lık sistemini kabullenen ve değerlerini "bilboard"larla, satış rakamları ile ölçen yazarları eleştirmek ya da küçümsemek gibi bir niyetim hiç yok. Ancak onların da hem yaratıcılık mitini kimselere bırakmamak, hem de üretimine katkıda bulunup nimetlerinden bolca yararlandıkları popüler kültürden yakınmak hakları olmasa gerek. Yoksa "post modern yarılma" denilen durum tam da bu mu?

KİTAP ELEŞTİRİLERİ www.pandora.com.tr
Editör: A.Ömer Türkeş