Adından da anlaşılacağı gibi, iki genç kızın
hikayesidir okuduğumuz; Behiye ve Handan'ın...
Ancak hikayede Behiye'nin rolü Handan ve diğer
roman kişileriyle kıyaslanmayacak kadar ağır
basıyor. Perihan Mağden, Behiye'nin ağzından
aktarmasa bile, bir tek onun ruh ve düşünce
dünyasının derinliklerinde dolaşmış. Dar gelirli
bir ailenin üniversitede okuyan genç kızı olarak
çizilen Behiye'nin ruh ve düşünce dünyasında
fazla bir derinlik yok; üzüntü, sıkıntı ve kızgınlıktan
başka bir hal içinde var olamıyor, en çok da
nesnesini arayan şiddet belirliyor hareketlerini.
Silik babasından, şaşkın, ürkek ve sakar annesinden,
köşe dönme hayalleri kuran milliyetçi abisinden,
hep aynı kokuyu teneffüs ettiği apartmandan,
evinden, komşularından, yaşıtı kız ve erkeklerden,
kısaca her şeyden ve herkesten nefret eden Behiye,
bir gün ansızın karşılaştığı Handan'da buluyor
kurtuluşu. Romanın kırkıncı sayfasındaki bu
karşılaşma anından sonra, Behiye ve Handan'ın
iki bedende tek bir hayat sürdürdükleri ondokuz
günü izliyoruz. Geçimini zengin erkeklerle birlikteliğinden
temin eden annesi Leman'dan görmediği ilgi ve
şefkati Behiye'de bulan Handan ile ince zevklerin
her türlüsünden mahrum kalmış Behiye birbirlerini
tamamlıyorlar sanki. Ne okul, ne ev, ne de ailesi
vardır artk Behiye için. Leman'a rağmen Handan'lara
yerleşir, gönülsüzce de olsa Handan'ın arkadaşları
ile gezip dolaşır, Handan'la birlikte uzaklara
kaçıp gitme hayalleri kurar. Ne var ki sevgisiyle
bunaltmıştır Handan'ı; beraberliklerinin yirminci
gününde bu kısacık mutluluğu büyük bir acıyla
noktalanacaktır...
Hikaye Handan ve Behiye üzerine odaklanırken,
üç cinayet sahnesi giriyor araya. Üzerlerinde
tepeden tırnağa ünlü markalarca üretilen giysiler
bulunan üç genç erkek cesedine ait adli tıp
raporlarını okuyoruz. Üç cinayet de jilet, bıçak
ya da bisturi tarzında kesici bir aletle işleniyor.
Romana "polisiye" yakıştırması yapılmasının
nedeni, katil ve kurbanlarının kimliklerinin
belirsiz kaldığı işte bu cinayet vakaları. Handan'ın
marka düşkünü zengin erkek arkadaşlarına duyduğu
kin nedeniyle katilin Behiye olduğunu tahmin
ediyoruz elbette. Zaten romanda bu rolü alacak
bir başka aday da bulamıyoruz.
İşlenmemiş malzeme: Kısaca
özetlediğim hikaye, metnin barındırdığı zengin
potansiyeli işaret etmekle birlikte, romanın
edebi değeri hakkında pek bir şey ifade etmiyor.
Çünkü bir romana edebi değerini veren şey hikayesinin
ne anlattığı değil, o hikayenin yan temalarla
nasıl zenginleştiği, karakterlerin ete kemiğe
nasıl büründüğü, toplumsal hayatın bu karakterleri
ve olayların gelişimini nasıl etkilediği, nasıl
bir atmosfer yaratıldığı ve yazarın bütün bunları
nasıl bir dil ve üslupla aktardığı soruları
yanıtlandığında ortaya çıkabilir. Doğrusunu
söylemek gerekirse bu özelliklerin hiç birini
bulamıyoruz "İki Genç Kızın Romanı"nda. Perihan
Mağden, alelacele, çala kalem yazmış; hiçbir
ayrıntıya girmemiş, roman kişilerini işleyip
ete kemiğe büründürmemiş, bir olay örgüsü dokumamış,
kafasındaki hikayenin ham halini, aklına neredeyse
ilk geldiği biçimiyle aktarmış bize. Kendi alıştığı
kokular, kendisini rahatsız eden marka tutkunu
gençler farklı bir sınıftan gelen Behiye'ye
nedensiz biçimde yansıyıvermiş. Kuşkusuz hayatta
ne varsa olduğu gibi katılmaz romana. Seçicilik
niteliğiyle roman, her şeye izin veren hayattan
daha ekonomiktir. Aksi takdirde yirmi günlük
bir hikaye anlatmak için ciltlerle kitap yazmak
gerekirdi. Ancak Perihan Mağden, ekonomi konusunda
fazlasıyla hasis. Behiye'nin iç hallerini neredeyse
aynı cümle yapıları ve kelimelerle –tekrar ede
ede- birkaç sayfada anlatıp, Handan'la karşılaşma
–kurtuluş- anını içinde birkaç büyük harfli
kelime barındıran üç beş cümlede özetleyiveriyor.
Perihan Mağden'in yeniyetmeliği yaşayan gençlerin
bu toplumsal yapıda maruz kaldıkları sıkıntılara
eğilmesi ve gençlerden birini dar gelirli bir
kesimden seçilerek fırsat farklılıklarını yarattığı
öfkeyi yansıtmayı hedeflemesi övgüye değer,
ama ne bu sıkıntıların ne de sınıfsallığın romana
katılmışlığından söz edemeyiz. Diğer gençler
–Handan da dahil- gülüp eğlenirken sadece Behiye'dir
dışarıda kalan. Üstelik Behiye kendi sosyal
çevresinden de yalıtılmış gibidir. Öfkesinin
hedefi, sınırı, sınıfı da tanımlanmayınca, Handan'a
duyduğu –cinsellik de kokan- olağan dışı tutkusu
ve gem vuramadığı, cinayete kadar vardırdığı
şiddetiyle Behiye, bir genç kız tipolojisinden
çok bir psikopat kimliğine bürünüyor. Böylelikle
ne toplumsal bir eleştiri kalıyor ortada, ne
de kadınlık durumuna "damardan" bir yaklaşım...
Belirgin bir erkek tipine de yer verilmeyen
romanda Behiye, Handan ve anneleri ile somutlanan
kadın tiplerinden yola çıkılarak genel anlamda
bir "kadın"a ulaşılacağını söylemek, kadınlık
durumunun psikolojinin kavramları ile açıklanabileceğine
duyulan inançla mümkün olabilir ancak.
Hikayenin polisiye niteliği de farklı değil.
Eğer içinde "ölü" barındıran her hikayeye polisiye
denilebilirse, evet, "İki Genç Kızın Romanı"
üç adli tıp raporuyla bu sıfatı hakediyor. Ancak
o zaman bütün savaş romanlarını da böyle adlandırmak
gerekmez miydi? Oysa ki bir metne polisiye dememiz
için bir cinayetin işlenmesi, katil ve kurbanlarının
varlığı yeterli değildir. Polisiyeyi polisiye
yapan muamması, gerilimi ve hepsinden önemlisi
bütün olayları mantıklı ve organik bir bütünlükle
bir araya getiren kurgusudur. Kurgu yerine,
Behiye ve cinayetler arasındaki bağlantıyı Behiye'nin
nefreti yapıştırıyor birbirine. İşte bu nedenle
bir bisturi, üç ölüm vesikası ve üç cinayet
mahalli ile yetiniyoruz. Bir eylem hikayesi
yazmakla karakterlerin ruh ve duygu dünyasını
işlemek arasında kararsız kalmış Perihan Mağden.
Adli tıp raporlarının sonuna eklenen penis boyutları
ise talihsiz birer ayrıntıdan öteye gitmiyorlar.
Ham bırakılmış hikayesi, kurgusal zaafları,
kadın sorununa yaklaşımındaki öznellik bir yana,
dil ve anlatım özellikleri de aksıyor "İki Genç
Kızın Romanı"nın. Perihan Mağden'in gazete köşe
yazılarında kullandığı dili romana da taşıması
hiç de iyi sonuç vermemiş. Kabaran duyguları
gösteren büyük harf kullanımı, tekrarlar, sessiz
harflerle yapılan vurgular, yarım bırakılmış
kesik cümleler ve diğer imla oyunlarıyla güçlendirilmeye
çalışılıyor anlatım. Roman yazmanın aynı zamanda
bir zanaat, sabırlı ve titiz bir işçilik gerektirdiğini
unutuyor yazar ve çoğu kez eksik kalıyor ifadeler.
Mesela "Havuzdan çıkıp terk ettiğinde boğanın
sularını, çok öpüp seviyor onu Handan. Çok kucaklıyor.
Ama onunla girmedi işte havuza. Atlamadı." Ya
da "Hiç anlamamıştı Behiye. Çok daha çok gün
sanmıştı. Tamamı ömrünün. Yani Behiye’nin öyle"
tarzındaki kalıplar üçüncü tekil kişi ağzından
geniş zaman kipinde bol miktarda devrik cümleyle
tekrarlandıkça monotonlaşıp sıkıcı bir hal alıyor
hikaye.
Metinde doldurulması okuyucunun hayal gücüne
kalmış çok sayıda boşluk olduğunu söylemiştim.
Aynı anlatım zaaflarını yaşayan bir çok yazar
gibi, Perihan Mağden de romanındaki eksiklikleri
gazete, dergi ve televizyon röportajlarında
tamamlama yolunu seçti. Üstelik, yine diğer
yazarlar gibi, anlattıkları ile kendisi, karakteri,
giysileri –yazar özelinde markasız kareli gömleği-,
duygu ve düşünceleri arasında bir özdeşlik ilişkisi
olduğunu da vurguladı... Üretici ve ürün böylesine
benzeşince, reklamların kitaba değil yazara
yönelmesinde sakınca yoktu elbette. Gerçekten
de, eski edebi alışkanlıklarımızın etkisiyle
önceleri garipsediğimiz bu tutumda şaşılacak
bir şey yok. Çünkü “Marx’ın önceden gördüğü
gibi, gelişmiş kapitalizm insanları satmak zorunda
olduğu nesnelerin biçiminde kalıplamak sorunuyla
karşı karşıyadır" ve günümüzde kitap üretimi
edebiyatın değil kapitalizmin yasalarına göre
işlemektedir... Bu durumda, şiddeti anlatan
bir kitapsa eğer pazara çıkan nesneniz, öyleyse
"benim için şiddet kabul edilebilir bir şey.
Bu hakikaten çok ağır bir şey. İnsanlarda şiddeti
anlıyorum. Bu içimde fena halde var" diyerek
–hiç de meşru olmayan bir doğallıkla- şiddeti
meşrulaştırabilirsiniz pekala. İnsanların duygularına
hitap eden acıklı, içten, "damardan" bir şey
mi bekliyor tüketici? O zaman kendinizdeki duyguları
sergilemelisiniz; "Bu kitap için parçalandım
ben. Çok yürekten bir kitap. Bu benim yüreğimden
çıkan bir şey. Perişan oldum hakikaten. O kadar
acı çektim, o kadar üzülerek yazdım ki. Çok
kez kendi kendime, değer miydi diye sordum.
Bu kadar üzüleceğimi bilseydim, bu işe girişemezdim.
İnanılmaz korkunç bir dönem yaşadım.... Kendimi
Şaman gibi hissettim. Yazdıklarımı yaşıyorum.
Çünkü benim anladığım yazarlık böyle bir şey.
Yemin ederim sana"...
Metnin değer sorunu:
Yazarın sarf ettiği sözlerin ya da reklam kampanyalarının
veya çok satarlığın metnin edebi değerini etkilemeyeceği
iddiaları, yazar, eser ve eleştirmenin "aura"sını
korumaya yönelik belki iyi niyetli, ancak edebi
alanın niteliğini kavramaktan çok uzak yaklaşımlar.
Doğrudur, metinler olmaksızın eleştiri müessesesi
de oluşamayacağından, değer kavgasının kaynağı
kuşku yok ki metindir. Okuyucunun karşına matbu
kitap olarak çıkan bir metin son halini almış
olmakla birlikte, okuma eylemi gerçekleşmeden
önce bir değeri yoktur, daha doğrusu olmamalıdır.
Ne var ki, edebi otorite tarafından bu metnin
taşıdığı anlam ve değerler, edebiyat alanına
okuma eyleminden önce sokulurlar ve genellikle
o metnin tüketimini bu ön anlam ve değerler
belirler. Artık gelenekleştiği gibi; kitap henüz
tamamlanmadan birkaç sayfalık okuma seansları
düzenlenir, fotokopileri tanıdık eleştirmenlere
ulaştırılır ve kitap okuyucuyla buluşmadan bir
gün önce, kitap hakkındaki bütün ayrıntılar
ve yorumlar, bizzat yazarla yapılan röportajların
eşliğinde okuyucuya sunulur.... Öyleyse, bir
metnin gerçek anlamda "okunması", hedef tüketici
kitlenin niteliğine göre seçilen dergi ve gazete
reklamları, yazarın kendi metnine dair yorumları,
metni basan yayınevinin sektördeki saygınlığı,
yazarın -eğer varsa siyasi- tavrı, dönemin popüler
yazın akımına uygunluğu ve son olarak da kitabın
kağıt ve baskı kalitesi göz önüne alınmadan
yapılamaz. Pierre Bourdieu'nun sözleriyle; "sanat
yapıtının değerini üreten kişi, sanatçı değil,
sanatçının yaratıcı gücüne duyulan inancı üreterek,
bir fetiş olarak sanat yapıtının değerini üreten
inanç evreni niteliğiyle, üretim alanıdır".
Edebi ürünle üretim/değişim/tüketim süreçleri
arasındaki ilişkide ürünün sunumunun önemini
göstermesi açısından "İki Genç Kızın Romanı"
bulunmaz bir örnek. Elimizdeki kitap 260 sayfa.
Ne var ki, aynı yayınevinin aynı sayfa tutarındaki
bir başka kitabından çok daha kalın ve ağır.
Daha büyük puntolar ve cömert bir sayfa düzenlemesi
kullanılmış teknik masada. Yani roman dış yardımla
"büyümüş". Teknik cambazlıklar dışında, Perihan
Mağden'in de "büyük romanın çok sayfalı olması
gerekir" beklentisini karşılamak için gereksiz
tekrarlar yaptığı ve "kısa roman" kalıbında
belki de çarpıcı olabilecek anlatısını yavanlaştırdığı
iddia edilebilir.
Tartışmalarda yanlış yöne çekilen bir başka
mesele, popüler kültür ve çok satarlığa ilişkindi.
Bu konuda önce metnin, ve ardından yazarın değerini
çok okunurluğuna bağlayan popülist söylemden,
bu değeri, eleştirmen ve yüksek beğeni sahibi
edebiyat severlerin estetik normlarında arayan
seçkinci anlayışa kadar geniş bir yelpaze çıkıyor
karşımıza. Oysa edebi açıdan sorun bir kitabın
çok sevilip çok satması yani "popüler"leşmesi
değil, daha ilk baştan çok satmak amacıyla,
satarlık kalıpları gözetilerek kaleme alınmasındadır.
Sonuçta her edebiyat vakası, bir insan olarak
yazarın maddi ihtiyaçlarının karşılanması meselesini
önümüze koyar. Ancak bu, para için yazılan ürünlerin
edebi değerden yoksunluğu anlamına da gelmez.
Biliyoruz ki edebiyat tarihinin pek çok başyapıtı,
Victor Hugo, Dostovyevski, Balzac ya da Alexandre
Dumas gibi yazarların "nakite sıkışıklığının"
ürünüdür. Ancak dar zamanda çok sayfa yazma
zorunluluğu genellikle iyi sonuçlar vermemiştir.
Mesela Nazım Hikmet’in “Yeşil Elmalar” tefrika
romanının başarısızlığı, böyle bir zorunluluğun
sonucudur.
Kavramları yeniden doldurmak:
Vardığımız bu noktada, bir edebi ürünü değerlendirmek
için kullandığımız geleneksel "edebiyat kavramı"nın
günümüze uymadığını itiraf etmeliyiz belki de.
18. Yüzyılda burjuvazinin edebi kültür edinmesi,
kitabevlerinin endüstrileşmesi ve kalemiyle
yaşayan yazarların ortaya çıkması sonucunda
doğan bu tarihsel kavram, geçmiş yüzyılların
edebi ilişkiler ağı hakkında bir fikir verse
bile, içinde yaşadığımız üretim, dolaşım, mübadele
ve tüketim koşullarını açıklayacak güçten yoksun
görünüyor. Bugün, edebi alandaki simgesel sermayeleri
kabarık yazarların imaj değişikliklerini açıklarken
karşılaştığımız sıkıntının kaynağı, söz konusu
sermayelerin geleneksel edebiyatın değer kavramlarından
devşirilmesinde, amaca ulaşıldıktan sonra bu
kavramların içinin boşaltılarak edebi değer
ölçütünün yine çok satarlık kantarına vurulmasında
aranmalıdır. Ortak duyu yerine öznelliği koyan
bu yeni durumda artık yargının imkanı ortadan
kalkmış, metinler kendilerini yargılanmamak
–beğenilmek- üzere takdim ettikleri için kamusal
alanın yerini pazar almıştır.
Kitap üretimi ya da edebiyat... Hangi kavramın,
hangi kelimenin kullanıldığının hiçbir önemi
yok; tartışılması gereken, işte bu yeni ilişkinin
–pazar için üretimin- kendisidir. Bunun için
tarihsel edebiyat kavramının zihnimizde yarattığı
kutsallık imgesinden sıyrılmak, yazarın "yaratıcı"lığını,
metnin "biricik"liğini bir kenara itmek, kitap
üretimini ait olduğu alanın, yani pazarın kavramları
ile anlamaya çalışmak, "edebi" sözcüğünün barındırdığı
ön kabullerden sıyrılmak zorundayız. Yazarı,
yayınevini, kitapçı ve okuyucuyu bir kitap özelinde
birleştiren yeni "aura" sayısal değerlerle ölçülen
bir şeyse eğer, hikaye, roman ya da şiir, bir
kitabı yorumlarken bu sayısal değere etki eden
parametreleri göz ardı edemeyiz artık.
Elbette edebiyatın geleneksel yolunu izlemeye
çalışan yazar, yayıncı ve okuyucular da varoluşlarını
sürdüreceklerdir. Ancak bir çok gelişmiş kapitalist
ekonomide olduğu gibi; yani sınırın öte yanında
kalmayı, az okunup az tanınmayı, yazdıkları
ile geçinme imkanı bulunmadığını kabullenerek.
Ancak hemen ekleyeyim, genel üretim ilişkilerinin
doğal bir sonucu olan bu durumu, kitap endüstrisine
kendi istekleriyle ayak basıp "star"lık sistemini
kabullenen ve değerlerini "bilboard"larla, satış
rakamları ile ölçen yazarları eleştirmek ya
da küçümsemek gibi bir niyetim hiç yok. Ancak
onların da hem yaratıcılık mitini kimselere
bırakmamak, hem de üretimine katkıda bulunup
nimetlerinden bolca yararlandıkları popüler
kültürden yakınmak hakları olmasa gerek. Yoksa
"post modern yarılma" denilen durum tam da bu
mu?
KİTAP ELEŞTİRİLERİ
www.pandora.com.tr
Editör: A.Ömer Türkeş
|