- BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ, Rumî 1293 (M.1873) tarihinde Bitlis
vilâyetine bağlı Hîzan kazasının İsparit nahiyesinin Nurs
köyünde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye'dir. Dokuz yaşına
kadar peder ve validesinin yanında kaldı.
Keskin zekâsı, hârikulâde hâfızası ve üstün kabiliyetleriyle
çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerinde toplayan Said Nursî, normal
şartlarda yıllar süren klasik medrese eğitimini üç ay gibi kısa bir zamanda
tamamlamıştır. Gençlik yıllarını alabildiğine hareketli bir tahsil hayatı ile
değerlendirmiş; ilimdeki üstünlüğünü, devrinin ulemâsıyla çeşitli zeminlerde
yaptığı münâzaralarda fiilen ispatlamıştır. Bu meziyetleriyle ilim çevresine
kendisini kabul ettirerek, "Bediüzzaman", yani "çağın eşsiz
güzelliği" lâkabı ile anılmaya başlamıştır.
- Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha
arzetmektedir:
- Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van'daki ikameti İstanbul'a
gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya'daki esareti,
İstanbul'da Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede
İstanbul'daki hizmeti, Ankara'ya gelerek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa
bir müddet sonra Van'a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi; herbiri ayrı bir hayat
sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur'an hizmeti itibarıyla
ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine
hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır. İkincisi: Van'da inzivada iken
Garb'a nefyedilip Isparta'nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar
ki; Risale-i Nur'un zuhuru ve intişarıdır. Azamî ihlas, azamî fedakârlık azamî
sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur'la giriştiği hizmet-i imaniye
ve manevi cihad-ı diniyedir.
- Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde İmparatorluğumuzun
inkıraz bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî
dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını
istila ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve manevi
tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir
Kur'ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyet'e asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet
için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.
- Molla Said, Şarkın büyük ulemâ ve meşayihinden olan Seyyid Nur Mehmed,
Şeyh Abdurrahman-ı Tagî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin
her birisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları
fevkalâde severdi. Ulemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah
Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.
- Van'da maruf ulemâ bulunmadığından, Hasan Paşa'nın
daveti üzerine Molla Said, Van'a gitti. Van'da onbeş sene kalarak, aşâirin
irşadı için aralarında seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi.
Van'da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilat ederek bu asırda yalnız eski
tarzdaki İlm-i Kelâm'ın İslâm dini hakkındaki şek ve şüphelerin reddine kâfi
olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür...
- Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete
denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya,
Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde
etmiştir.
- Molla Said Van'da bulunduğu zamanlarda bazı hususlarda o havalinin ulemasına
muhalif bulunuyordu...
- Kat'iyyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile
kabul etmemek... daima mücerred kalmak ve dünyada bir şeyle alâka peyda
etmemek... Bunun içindir ki: "Bütün malımı bir elimle kaldırıp
götürebilmeliyim" demiştir. Bu halin sebebi sorulunca: "Bir zaman gelecek
herkes benim halime gıbta edecektir. Saniyen; mal ve servet bana lezzet vermiyor,
dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum." derdi.
- Bediüzzaman, Van'daki ikameti esnasında Âlem-i İslâm'ın
vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu
müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi: İngiliz Meclis-i Meb'usanında
Müstemlekât Nâzırı elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta:
- Bu Kur'an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne
yapıp yapmalıyız, bu Kur'an'ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları
Kur'an'dan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.
- İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı.
İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim irfan,
ihlâs, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman'ın
bu havadis üzerine: "Kur'an'ın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş
hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" diye
kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu sâikle çalışır.
- Bediüzzaman, Şarkî Anadolu'da "Medresetüzzehra"
namında bir dâr-ül fünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakır'da dâr-ül fünun
derecesinde bir medrese te'sisine çalışmak için İstanbul'a geldi.
- İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi:
- "Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir. Fakat sual
sorulmaz."
- İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç
yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ
ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve
"Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zatı,
bir "nâdire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.
- Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur
Şeyh Bahid Efendi İstânbul'a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan'ın sarp,
yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi
ilzam edemeyen İstanbııl ulemâsı, Şeyh Bahid'den bu genç hocanın ilzam edilmesini
isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz
vakti Ayasofya Camii'nden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden
Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben:
- "Avrupa ve Osmanlılar hâkkındâ ne diyorsunuz, fikriniz nedir?"
der.
- Şeyh Bahid Efendi'nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman'ın şek olmayan bir
bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpâre-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı
istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna
karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevap şu oldu:
- "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak;
Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."
- Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:
- -Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve
beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır, demiştir."
- Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir.
Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan onbeş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman,
onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları
gördüğü bir halde muhakeme olunur.
- Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar: "Sen de şeriat istemişsin?.."
- Bediüzzaman cevap verir: "Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa
feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat,
ihtilalcilerin isteyişi gibi değil!"
- Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa
tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve
mahkemeye teşekkür etmiyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasında
kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde: "Zâlimler için yaşasın
Cehennem! Zâlimler için yaşasın Cehennem!" nidalarıyla ilerlemiştir.
- Bediüzzaman'ın bu mahkemedeki uzun müdafaasından iki parça:
- Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici
iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalatalara ve
diyanette laubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahid olsun ki; o
"saadet-saray-ı medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağraza bedel;
Vilâyat-ı Şarkiyenin hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki
bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette
görmediğim hürriyet-i fikir ve serbestî-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve
selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu'nun dağlarında tam mânasıyla hükümfermâdır...
- Bu hükümet, zaman-ı istibdadda akla husumet ediyordu; şimdi de hayata
adavet ediyor... Eğer hükümet böyle olursa, yaşasın cünun!.. Yaşasın mevt!..
Zâlimler için de yaşasın Cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı
onda beyan edeyim. Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.
- Bundan sonra İstanbul'da fazla kalmaz, Van'a gitmek üzere
İstanbul'dan ayrılır.
- "Van'a muvasalat ettikten sonra, aşâiri (aşiretleri) dolaşarak
içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta,
sual-cevab halinde, "Münâzarat" isimli bir kitab neşretmiştir."
- Sonra Van'dan Şam'a gider. Şam ulemâsının ilhahı
ve ısrarı üzerine, Câmi-ül Emevî'de on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i
ilim bulunan azîm bir cemaata karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve
tahsin ile kabule mazhar olur. Bilahare buradaki hutbesi, "Hutbe-i Şâmiye"
namıyla tabedilmiştir.
- Şam'da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu'da Medreset-üz
Zehra namıyla vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak
üzere İstanbul'a geldi. Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahatı münasebetiyle,
Vilâyât-ı Şarkiye namına refakat etti.
- O vakit Kosova'da, büyük bir İslâm dârülfünununun tesisine teşebbüs
edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad'a der ki:
- "Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve Âlem-i İslâm'ın
merkezi hükmündedir." Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun
açılacağını va'dederler. Bilahare Balkan Harbi çıkmasıyla o medrese yeri, yâni
Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis
edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu
talebi kabul edilir.
- Bediüzzaman tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü
kenarındaki Artemit'te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki Harb-i
Umumî'nin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zaten o kış Molla Said talebelerine:
"Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felaket bize yaklaşıyor" diye haber
vermişti.
- Birinci Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olarak
büyük fedakârlıklar Gösteren "Bediüzzaman, Kafkas cephesinde Enver Paşa
ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan
sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve
Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal'asında şehid oluncaya
kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Bey'in
ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına
çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van'dan
kaçan ahalinin mal ve çoluk-çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk
kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve
hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek
için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor;
güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp
ilerletmiyordu.
- Böylelikle Vastan'ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.
- O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi Molla
Habib ile "İşârât-ül İ'caz" namındaki tefsirini te'lif
ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman
kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. İşârât-ül-İ'caz'ın büyük bir
kısmı bu vaziyette te'lif edilmiştir.
- Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek
avcı hattında dolaşırdı.
- Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri
çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir.
Hattâ bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, "Aman geri
çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiş:
- -Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...
- Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini,
diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.
Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid
olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid
düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç
talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem
ayağı kırık bir halde, otuzüç saat su ve çamur içinde kalır.
- Lâtif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat onlar Rus askerlerini
gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman,
talebeleri olan gönüllü fedâilere hitaben:
- -Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız,
siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:
- -Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun,
deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis,
Kiloğrif, Kosturma'ya sevkederler.
- Bediüzzaman'ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde
şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:
- Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında,
Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki
tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca,
kumandan tercüman vasıtasıyla der: "Beni herhalde tanımadılar?"
- Bediüzzaman: "Tanıyorum, Nikola Nikolaviç'tir."
- Kumandan: "Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret
ediyorlar."
- Bediüzzaman: "Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir
kimse, Cenab-ı Hakk'ı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam
etmem." der.
- Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zâbit
arkadaşı, hemen özür dileyerek vahim neticenin önlenmesine çalışmasını istirham
ederler.
- Fakat Bediüzzaman: "Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat
etmem için bir pasaport hükmündedir."deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç
ehemmiyet vermez.
- Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz
kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara
göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı
gelerek, Bediüzzaman'dan özür dileyip:
- -O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat
getirdim, rica ederim, beni affediniz, diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.
- Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında
esarette kalır.
- "Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova'ya gelmeye
muvaffak olur. Bilahare Viyana tarikiyle 1334 senesinde İstanbul'a teşrif eder.
- İstanbul'da Dârülhikmet'te bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdığı
gayet acib bir vâkıa-i ruhaniye:
- Rüyada Bir Hitabe:
- 1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle
muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rüya olan yakazada
bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk
ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki: Bir Cuma gecesinde nevm
ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi: "Mukadderat-ı İslâm için teşekkül
eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor."
- Gittim gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i
salihînden ve a'sarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis
gördüm. Hicab edip kapıda durdum.
- Onlardan bir zat dedi ki: "Ey felaket helaket asrının adamı! Senin de bir
reyin var, fıkrini beyan et."
- Ayakta durup dedim: "Sorun, cevab vereyim."
- Biri dedi: "Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne
olurdu?"
- Dedim: Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felaket olduğu
gibi, felaketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı
istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan
âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i
İslâmiyenin felaketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir.
Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin
inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm
ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz,
üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda
dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i muvakkata kaybettik; fakat bir
saadet-i âcile-i müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdud olan
hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.
- Birden meclis tarafından denildi: İzah et!
- Dedim: Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine
terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.
Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha
şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı Âlem-i İslâma
münafı, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü
kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına
tabiatına muhalif bir yola sürecek idik.
- Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı
şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer
fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar,
manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.
- Meclisten biri dedi: Neden Şeriat şu medeniyeti reddediyor? (*)
- [(*) : Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve
beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları seyyiatları değil
ki; ahmaklar o seyyiatları o sefahetleri mehasin zannedip taklid edip malımızı harab
ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına râcih
gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yeyip o günahkâr medeniyeti
zir ü zeber edip öyle bir kustu ki yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah
istikbaldeki İslamiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü
pisliklerden temizliyecek, sulh-u umumiyi de temin edecek.]
- Dedim: Çünki beş menfi esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı
kuvvettir. O ise şe'ni, tecavüzdür. Hedef i kasdı, menfaattır. O ise şe'ni,
tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. 0 ise şe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki
rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. O ise şe'ni, böyle
müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve
metalibini teshildir. O heva ise şe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i
kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenilerden
çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu
görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde
seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış,
diğer onu da beynebeyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere
saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur'an ancak umumun,
lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest
hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zarııriye havaic-i zaruriye hükmüne
geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye
muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y masrafa kâfı gelmediğinden hileye harama sevketmekle
ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev'e verdiği servet haşmete
bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurun-u Ulânın mecmu-u vahşetini bu
medeniyet bir defada kustu!
- Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve
kabulde ızdırabı cay-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz
olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac
etmez, bel' olunmaz, tabi olmaz... Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden eski
Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a'sar (asırlar), medeniyet ve
Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, adeta
tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı
temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis
medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...
- Dediler: Şeriat-ı Garra'daki medeniyet nasıldır?
- Dedim: Şeriat-ı Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet
ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfi esasları
yerine müsbet esaslar vaz'eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni
adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve
tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî,
sınıfidir ki, şe'ni samimi uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı
yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni
ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen
tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun
hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.
- Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun
cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki
doksanbeştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla,
hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz
kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim
kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki
düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri
zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese "Öl!", diğeri diyecek
"Diril!". Birinin menfaatı, zarar - ihtilaf - tedenni - za'fuyumamızı
istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi ittihadımızı bizzarure
iktiza eder.
- Şark husumeti, İslâm inkişafinı boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garb
husumeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, baki
kalmalı.
- Birden o meclisden tasdik emareleri tezahür etti. Dediler: "Evet
ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası
olacaktır!..."
- Tekrar biri sordu: Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi
fiilinizle kadere fetva verdiniz ki, şu musibetle hükmetti. Musibet-i amme, ekseriyetin
hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
- Dedim: Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salat,
savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlik
Teâla bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik
ile bir nevi namaz kıldırdı.
- Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize
acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan ya kırktan yalnız biri, ihsan
ettiği maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı
aldı.
- Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten hums olan dört
milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek
hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.
- Yine biri dedi: Bir âmir, hata ile felakete atmış ise?
- Dedim: Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir
(o ise hiç hükmünde) veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki
mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.
- Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe yatakta
oturmuş kendimi buldum. 0 gece böyle geçti.
- İstanbul'da İngilizler desiseleriyle
Şeyhülislâmı ve diğer bazı ulemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil,
Bediüzzaman "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri ve İstanbul'daki faaliyeti
ile; İngiliz'in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik
siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek Anadolu'daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük
âmillerden birisi olmuştu.
- Bediüzzaman 1920'de neşrettiği mezkûr Hutuvat-ı Sitte eserinde İngiliz'in
aleyhimizdeki aldatıcı propagandasının içyüzünü efkâr-ı ammeye şöyle beyan
ediyor:
- "Herbir zamanın insî bir şeytanı vardır. Şimdi beşerde insan
suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârane siyasetiyle cihanın her
tarafına kundak sokan "El-Hannas" altı hutuvatıyla âlem-i İslâm'ı ifsad
için insanlarda ve insan cemaatlarındaki habis menbaları ve tabiatlarındaki muzır
madenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor, zaif damarları buluyor.
- Kiminin hırs-ı intikamını, kiminin hırs-ı cahını, kiminin tamaını,
kiminin humkunu, kiminin dinsizliğini, hatta en garibi kiminin de taassubunu işletip
siyasetine vasıta ediyor.
- Birinci Hatvesi:
- Der veya dedirir: Siz kendiniz de dersiniz ki: Musibete müstehak oldunuz,
kader zalim değil adalet eder. Öyle ise size karşı muameleme razı olunuz.
- Şu vesveseye karşı demeliyiz: Kader-i İlahî isyanımız için musibet verir.
Ona rızadade olmak, o günahtan tevbe demektir. Sen ey mel'un! Günahımız için değil,
İslâmiyetimiz için zulmettin ve ediyorsun. Ona rıza ve ihtiyarla inkıyad etmek
-neuzübillah. -İslâmiyet'ten nedamet ve yüz çevirmek demektir.
- Evet aynı şeyi, hem musibettir Allah verir, adalet eder. Çünki günahımıza,
şerrimize zecren ondan vazgeçirmek için verir. O şeyi aynı zamanda beşer verir,
zulmeder. Çünki başka sebebe binaen ceza verir. Nasılki düşman-ı İslâm aynı
şeyi bize icra ediyor. Çünki müslümanız.
- İkinci Hatvesi:
- Der ve dedirir: Başka kâfirlere dost olduğunuz gibi bana da dost ve
tarafdar olunuz.Neden çekiniyorsunuz..
- Şu vesveseye karşı deriz: Muavenet eli kabul etmek ayrıdır, adavet eli
öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş'et
etmek lâzım olmadığından İslâm'ın eski ve mütecaviz bir düşmanı def için bir
kâfir muavenet eli uzatsa kabul etmek, İslâmiyet'e hizmettir.
- Sen ise ey mel'un kâfir! Senin küfründen neş'et eden teskin kabul etmez
husumet elini öpmek değil, temas etmek de İslâmiyet'e adavet etmek demektir.
- Üçüncü Hatvesi:
- Der veya dedirir: Şimdiye kadar sizi idare edenler fenalık ettiler,
karıştırdılar. Öyle ise bana razı olunuz.
- Bu vesveseye karşı deriz: Ey el-hannas! Onların fenalıklarının asıl sebebi
de sensin. Âlemi onlara darlaştırdın, damar-ı hayatı kestin. Evlad-ı nameşruunu
onlara karıştırdın. Dinsizliğe sevkederek dini rüşvet isterdin. Onlara bedel seni
kabul etmek, müteneccis su ile necis olmuş bir libası hınzırın bevliyle yıkamak
demektir. Sen yalnız hayvancasına bir hayat-ı sefilaneyi bize bırakıyorsun. İnsanca,
İslâmca hayatı öldürüyorsun. Biz ise hem insancasına, hem İslâmcasına yaşamak
istiyoruz. Senin ragmına yaşıyacağız!..
- Dördüncü Hatvesi:
- Der veya dedirtir: Sizi idare eden ve bana muhasım vaziyetini alanlar-ki
Anadolu'daki sergerdeleridir- maksadları başkadır. Niyetleri din ve İslâmiyet
değildir. .
- Şu vesveseye karşı deriz: Vesilelerde niyetin tesiri azdır. Maksadın
hakikatını tağyir etmez. Çünki maksud, vesilenin vücuduna terettüb eder. İçindeki
niyete bakmaz. Meselâ: Ben bir defıne veya su bulmak için bir kuyu kazıyorum. Biri
geldi, kendini saklamak veya orada müzahrafatını defnetmek için bana yardım ederek
kazdı. Suyun çıkmasına ve define bulunmasına niyeti tesir etmez. Su, fiiline
kazmasına bakar, niyetine bakmaz. Bunun gibi onlar bizi Kâbe'ye götürüyorlar,
Kur'anı yüksek tutmak istiyorlar. Bütün felaketlerimizin menbaı olan Avrupa
muhabbetine bedel, husumetini esas tutuyorlar. Niyetleri ne olursa olsun, bu
maksadların hakikatını tağyir edemez.
- Beşinci Hatvesi: Der: İrade-i hilafet, siyasetimin lehinde çıktı.
- Şu vesveseye karşı deriz: Bir şahsın arzu-yu zatîsi ve emr-i hususîsi
başkadır, ümmet namına emin olarak deruhde ettiği emanet-i hilafetten hasıl olan
şahsiyet-i maneviyenin iradesi bambaşkadır. Bu irade bir akıldan çıkıp, bir kuvvete
istinad ederek, âlem-i İslâm'ın maslahatını takib eder. Aklı ise, şûra-yı
ümmettir; senin vesvesen değil. Kuvveti, müsellah ordusu, hür milletidir; senin
süngülerin değildir. Maslahatta muhitten merkeze nazar edip, İslâm için faide-i
uzmayı tercih etmektir. Yoksa aksine olarak merkezden muhite bakmakla âlem-i
İslâm'ı bu devlete, bu devleti de Anadolu'ya, Anadolu'yu da İstanbul'a, İstanbul'u da
hanedan-ı saltanata taarruz vaktinde feda eder gibi hod-endişane fikir ve irade, değil Vahdeddin
gibi mütedeyyin bir zat, hatta en fâcir bir adam da yalnız ism-i hilafeti
taşıdığı için ihtiyarıyla etmez. Demek mükrehtir. O halde ona itaat, adem-i
itaattır.
- Altıncı Hatvesi: Der ki: Bana karşı mukavemetiniz beyhudedir. Müttefikiniz
beraberken yapamadığınız şeyi, şimdi nasıl yapacaksınız?
- Şu vesveseye karşı deriz: En ziyade hile ve fitne kuvvetiyle ayakta
duran azametli kuvvetin bizi ye'se düşürmüyor. Evvela hile ve fitne perde altında
kaldıkça tesir eder. Zahire çıkmakla iflas eder, kuvveti söner. Perde öyle
yırtılmış ki, senin yalanın, hilen, fitnen hezeyana, maskaralığa inkılab edip
akîm kalıyor. Bu defa ki Anadolu'ya karşı ......... gibi.
- Saniyen: O kof kuvvetin yüzde doksanı, sana karşı itilaf kabul etmez muhasım
bir cereyan atalete mahkum ediyor. Fazla kalan kuvvetinle, dert ve dermanda müşterek
olan âlem-i İslâm'ı susturacak, depretmiyecek derecede eskisi gibi bir istibdad
altında tutmak; ihtimal versen, şeytan iken eşeğin eşeği olursun. Hey ekpek-ül
küpeka..! Köpekten tekeppük etmiş köpek!...
- Salisen: Madem ki öldürüyorsun, ölmek iki suretledir: Birinci suret:
Senin ayağına düşmek, teslim olmak suretinde ruhumuzu, vicdanımızı ellerimizle
öldürmek; cesedi de güya ruhumuza kısasen sana telef ettirmektir. İkinci suret: Senin
yüzüne tükürmek, gözüne tokat vurmakla. Ruh ve kalbimiz sağ kalır, cesed de şehid
olur. Akide-i faziletimiz tahkir edilmez, İslâmiyet'in izzetiyle istihza edilmez.
Elhasıl: İslâmiyet muhabbeti, senin husumetini istilzam eder. Cebrail, şeytan ile
barışamaz.
- Siyasetimizde en acınacak, en ebleh bir akıl varsa, o da öylelerin aklıdır
ki; (İ.G.Z.) milletinin ihtiras ve menfaatını, İslâmiyet'in menfaat ve izzetiyle
kabil-i tevfik görüyor. Burada en sefil ve en ahmak kalb öylelerin kalbidir ki; hayatı
onun himayeti altında kabul eder. Hayatımızı onun himayeti altında kabil görüyor.
Çünki öyle bir şarta hayatımızı ta'lik ediyor ki, muhal ender muhaldir.
- Der: Yaşayınız, fakat bir tek adam bana hıyanet etse yakarım, yıkarım!..
Şayet bir adam hakka sadakat namına onun kâfirane zulmüne karşı hıyanet etse Ayasofya'ya
iltica etse, milyarlara değer o mukaddes binayı harab eder. Veyahut bir köyde ona
bir hain bulunsa, çoluk çocuğuyla mahvetmek veya bir cemaatta ona muzır biri varsa
cemaatı ifna etmek, her vakit kendinde salahiyet görüyor. Lânet o medeniyete ki, ona o
salahiyeti vermiş.
- Acaba bütün millet bir kalbde, hem münafık hançer zulmünden mütelezziz
olacak ahmak bir kalbde ittifakından daha muhal ne var? Şeytan gibi hasis işleri, fena
ahlâkları teşci' ve himaye eder, iyi hisleri söndürür. Hem insanî, İslâmî
hayatı men'etmekle beraber muvakkat hayvanî bir hayatı, iki genc-i mücehhez, pençeli,
ekseriyeti kazanmak için imhayı esas program yapmış iki kelbi iki ciğerimize musallat
ederek bizi silahdan tecrid ediyor. İşte onun himayeti, işte hayatımız...
- O hasım, gösterdiği kin ve husumet harbden neş'et etme değildir. Harbden
olsaydı tabii mağlubiyetimizle sairlerin husumeti gibi sükûnet bulurdu. Hem hasmın
uzakta çirkin yüzündeki riyakârane çizgileri güzel zannedilirdi. Yakında görenler
inşaallah daha aldanmaz..!
- Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken
şefkat-i cinsiye sebebiyle camusa saldırır. İşte dehşetli bir cesaret.
- Hem darb-ı mesel olmuş "keçinin kurttan havfı" ızdırar
vaktinde mukavemete inkılab eder. Boynuzuyla kurdun karnını deldiği vakidir. İşte
hârika bir şecaat. Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su kalın bir
demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa maruz bırakılsa meyl-i inbisat demiri
parçalar. Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı
gibi... Fıtrî bir heyecan demir güllede su gibi, zulmün bürudetli husumet-i
kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. Rus mojikleri buna şahiddir.
- Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i
İslâmiyet'in tabiatındaki âlem-pesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla
her vakit mucizeleri gösterebilir." (A.B. 114-119) diyerek İngiliz emperyalizmine
karşı idamı da göze alarak mukabele etmiştir. Hem yine İngilizlere karşı başka
bir beyanatında şöyle diyor:
- "Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve
İstanbul'u istila ettiği hengamda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan
Kilisesinin başpapazı tarafından, Meşihat-ı İslâmiye'den dinî altı sual
soruldu. Ben de o zaman, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye'nin azası idim. Bana dediler:
"Bir cevab ver. Onlar, altı suallerine altıyüz kelime ile cevab istiyorlar."
Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile değil, hatta bir kelime
ile değil, belki bir tükürük ile cevab veriyorum. Çünki o devlet, işte
görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane
üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor... Tükürün o
ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.. demiştim." (T.H.138)
- Evet 1921 senesinde İngiltere'nin en büyük dinî
dairesi olan Anglikan Kilisesi başpapazının Meşihat-ı İslâmiye'den sorduğu mezkûr
suale, o zaman Dar-ül Hikmet-il İslâmiye azası olan Bediüzzaman Said Nursî
Hazretlerinin verdiği nim-manzum cevabı şöyledir:
- "Bir zaman bî-aman İslâm'ın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte
kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde, hem
de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şematetkârane bir
istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şematetine karşı,
yüzüne "tuh!" demek; desisesine karşı, küsmekle sükût etmek; inkârına
karşı da, tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem.
Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:
- "Muhammed (Aleyhissalatü Vesselâm) dini nedir?"
- Dedim: İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas
maksad-ı Kur'an.
- Der ikincisinde: "Fikir ve hayata ne vermiş?"
- Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim:
- Der üçüncüsünde: "Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?"
- Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahidim:
- (2:276) da.
- (2:275)
- Der dördüncüsünde: "İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim:
- "Sa'y, asıl esastır. Servet-i insaniye zalimlerde toplanmaz, saklanmaz
ellerinde. Buna dair şahidim:.(53:39)
- (9:34)
- (S. 74G)
- "İstanbul'daki bu çok ehemmiyetli ve muvaffakiyetli
hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden
Ankara Hükümeti; Bediüzzaman'ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara'ya davet
ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, cevaben:
- -Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek
hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.
- Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu mebus Tahsin Bey
vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara'ya gelir. Ankara'da alkışlarla karşılanır. Fakat ümid ettiği muhiti
bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Meb'usanda dine karşı
gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahanesi altında, Türk Milleti'nin kudsi
mefahir-i tarihiyesi olan Şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için,
meb'usların ibadete bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair
bir beyanname neşreder ve meb'uslara dağıtır.
- Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal'e okur. 0 beyanname
şudur:
- "Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!..
- Bu fakirin, bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica
ediyorum.
- 1- Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam
etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur'anı,
Allah'ın tevfıkiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur'anın en sarih ve en
kat'i emri olan salât gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi, böyle
hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.
- 2 - Âlem-i İslâm'ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız.
Lakin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur.
Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.
- 3 - Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık
ettiniz!.. Kur'anın evamir-i kat'isine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nurani
güruha refik olmaya çalışmak, âlî himmetlilerin şe'nidir. Yoksa burada kumandan
iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı
deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta' değil ki, aklı başındaki insanları işba'
etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzat olsun.
- 4 - Bu millet-i İslâm'ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa,
hatta fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum
şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: Acaba namaz kılıyorlar
mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa
nazarlarında müttehemdir.
- Bir zaman Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum:
- "Sebeb nedir?"
- Dediler ki: "Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl
itaat edeceğiz?" Halbuki bu sözü söyliyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.
- 5 - Enbiyanın ekseri şarkta ve hükemanın ağlebi garbda gelmesi Kader-i
Ezelî'nin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe
değildir.
- Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz.
Yoksa sa'yiniz ya hebâen-mensurâ gider veya sathî kalır.
- 6 - Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki
kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki;
Yunan kadar İslâm'a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır.
Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a'male tebdil etmeniz
gerektir. Görülüyor ki; İttihadcıların o kadar azm ü sebatı ve
fedakârlıklarıyla; hattâ İslâmın şu intibahına da sebeb oldukları halde, bir
kısmı dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve
tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara
takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.
- 7 - Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle,
fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm'a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe
ettikleri halde âlem-i İslâm'a dinen galebe edemedi. Ve dahilî bütün firak-ı
dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve
İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda,
lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid'akârane
sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvari bir iş
görmek; İslâmiyetin desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış,
olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.
- 8 - Za'f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefıhanesi yırtılmaya yüz
tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'an'ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda,
lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfıce tahribkârane iş ise, bu
kadar rahnelere mâruz kalan İslâm, zaten muhtaç değildir.
- 9 - Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u
mü'minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır. Sizi ciddi
sever ve tutar ve size minnettardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve intibaha
gelmiş en cesim ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Siz dahi, evamir-i
Kur'aniyeyi imtisal ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına
zaruridir. Yoksa İslâmiyet'ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu,
frenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm'a münafî
olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad
edecektir.
- 10 - Bir yolda dokuz ihtimal-i helaket, tek bir ihtimal-i necat varsa;
hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki o yola sülûk etsin. Şimdi,
yirmidört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde
yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir
ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir.
- Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete,
dalâlete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.
- Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane
bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus, bu mücahidîn kumandanlar ve büyük
meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de
zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür
ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemiyen ve safsata-i nefs ve
vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakiki ve ciddi iş görülmez.
Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek.
- Şu meclisin şahsiyet-i mâneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle,
mâna-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzat imtisal etmek
ve ettirmekle mâna-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye
muhtaç, fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu
fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan
milletin hâcât-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye, mâna-yı hilafeti
tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o mânayı idame etmek için,
kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan öyle
bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise,
- (3:103) âyetine zıddır.
- Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve
tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyyeye daha ziyade muktedirdir. Halife-i şahsî, ancak ona
istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer
müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin
iyiliği de, fenalığı da mahduddur. Cemaatın gayr-ı mahduddur. Harice karşı
kazandığınız iyiliği, dahildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedî
düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm'ın şeairini tahrib
ediyorlar. Öyle ise zaruri vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz
olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za'f-ı milliyeti gösterir.
Za'f ise, düşmanı tevkif etmez, teşci' eder. (3:173)"
- Bu meb'usana hitab, namaz kılanlara altmış meb'us daha ilave eder. Namazgâh
olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir. Bu parça; meb'uslara ve umum
kumandanlara ve ülemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet
verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli-âltmış meb'us içinde, karşılıklı fikir
teatisinde, M. Kemal Paşa:
- -Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden
istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri
yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç makul
cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:
- -Paşa .. paşa! İslâmiyet'te, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır.
Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat paşa tarziye verir,
ilişemez." (T.H.138-143)
- Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseyi kendileri şöyle anlatıyor:
- "Ankara'da divan-ı riyasetinde pek çok meb'uslar varken Mustafa Kemal
şiddetli bir hiddet ile divan-ı riyasetine girip, bana karşı bağırarak: "Seni
buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler
yazıp içimize ihtilaf verdin." Ben de onun hiddetine karşı dedim: "Namaz
kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur." Dehşetli bir pot kırdım. Hâzır
meb'us dostlarım telaş ettikleri ve herhalde beni ezeceklerini tahmin ettikleri sırada,
bana karşı bir nevi tarziye verip o mecliste hiddetini geri alması, âdeta dehşetli
bir kuvveti ve hakikatı hissedip geri çekilmesi, ikinci gün hususi riyaset odasında:
"Hücumat-ı Sitte"nin "Birinci Desise" içinde bulunan "Meselâ:
Ayasofya Camii ehl-i fazl ve kemalden ilâ âhir..." cümlesinden başlıyan, tâ
"İkinci Desise" ye kadar, bir saat tamamen ona söyledim. Bütün hissiyatını
ve prensibini rencide ettiğim halde bana ilişmemesi, hatta taltifime çok çalışması,
kat'iyyen bu üç cebbar fevkalâde kumandanların (*) bu üç acib hâletleri,
âdeta Eski Said'den korkmaları, şüphesiz ki Risale-i Nur'un, ileride kahraman
şâkirdlerin şahs-ı mânevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur'un parlak bir
kerametidir." (E.L. I. 246)
- (*) : Üç cebbar kumandanlar, aynı mektub içinde:
31 Mart Hâdisesinde Hareket Ordusunun başkumandanı Mahmud Şevket Paşa, İstanbul'un
İngiliz işgalinde İngiliz başkumandanı ve M. Kemal Paşa olarak gösteriliyor.
- Bediüzzaman; İlâhî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir
vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de
beraber çalışmak ümidiyle Ankara'ya gelmişti. Avn-i İlâhî ve mucize-i Peygamberî
ile düşman taarruzlarını def'eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükümet-i
Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'an'a istinad eden ve Âlem-i İslâm'ın vahdetini
nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet'in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddi ve
manevi medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere
mecliste çalışıyordu.
- Fakat pek kuvvetli mâniler karşısına çıktı. Âlem-i İslâm'ı alâkadar
eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah'a
sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış
bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular.
İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, Şeair-i İslâmiyeyi
tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid
edeceğini; eğer bir inkılâb yapmak icab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet'e
müteveccihen Kur'an'ın kudsi kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği
mealinde ihtarlarda bulunur." (T.H.145)
- "M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve hâlet-i ruhiyesini ifade
ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve
Bediüzzaman'a meb'usluk, hem Darülhikmet'teki eski vazifesini, hem Şark'ta Şeyh
Sünusî'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
- Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir
kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da te'vilini söylediği Hadislerin ihbar
ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslannın Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur
ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele
edecek olan Hizb-ül-Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset
cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevi kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'an'ın
nurlarıyla mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla; Ankara'da teşrik-i mesai
edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dar-ül Hikmet-il İslâmiye
gibi Diyanet'teki azalığı, hem Vilayat-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul
etmez. Kendisini fıkrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara'dan ayrılmamasını
rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını
bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı
içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir
mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar." (T.H.147)
- Bundan sonraki hayatında, iman hizmeti yolunda karşılaştığı meşakkatlara,
sabır ve sebatla mukabele eder.
- Yukarıda bahsi geçen hâdise ile alâkalı olarak Kur'an, dinî şahsiyetlerin
siyasetin içine girip âlet edilmemeleri dersini verir.
- "Van'da, mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark'ta ihtilal ve isyan
hareketleri oluyor. "Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir" diyerek yardım isteyen bir
zâtın mektubuna: "Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyet'e hizmet etmiş
ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de
çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!"
diye cevab gönderiyor. Fakat yine hükümet, Bediüzzaman'ı Garbî Anadolu'ya
nefyediyor.
- Evvelâ, Burdur Vilayetine askerî muhafızlarla
nefyediliyor. Nihayet Burdur'da Said Nursî boş durmuyor, dinî musahabelerde bulunuyor,
diye gizli din düşmanları tarafından rapor tanzim ettiriliyor ve gurbet hayatı
içinde kendi kendine ölür gider düşüncesiyle dağlar arasında tenha bir yer olan
Isparta Vilayetine bağlı Barla Nahiyesine gönderilmeye karar veriliyor."
(T.H.150-151) 1926 senesinde Barla'ya gelen Bediüzzaman, Risale-i
Nur namındaki eserlerini te'life başlıyor. Eserler elyazma olarak çoğaltılıp
okunuyor.
- "Risale-i Nur'un gittikçe inkişaf ettiğini, iman ve İslâmiyet'in
kuvvetlenmeye başladığını anlayan gizli din düşmanları, "Bediüzzaman gizli
cemiyet kuruyor, rejim aleyhindedir, rejimin temel nizamlarını yıkıyor!" gibi
uydurma ve hükümeti aldatıcı tertib ve ittihamlarla 1935 senesinde
Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde, idam kasdıyla ve muhakkak surette mahkûm edilmesi
direktifıyle hakkında dâva açtırılıyor. Bunun üzerine, Dahiliye Vekili ve Jandarma
Umum Kumandanı, teçhiz edilmiş askerî bir kıt'a ile birlikte Isparta'ya geliyorlar.
Isparta-Afyon yolu boyunca süvari askerleri yerleştiriliyor. Isparta Vilayeti ve
civarı, askerî birliklerle kontrol altında bulunduruluyor. Bir sabah vakti; mâsum ve
mazlum Bediüzzaman inzivagâhından çıkarılarak, talebeleriyle beraber, elleri
kelepçeli olarak kamyonlarla Eskişehir'e sevkediliyor. Yolda, Bediüzzaman ve
talebelerine yakın bir alâka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri
çözdürüyor. Bu suretle, namazlar kazaya bırakılmadan yola devam ediliyor. Hakikatı
ve Bediüzzaman'ın masumiyetini idrak eden Müfreze Kumandanı, Bediüzzaman ve
talebelerinin bir dostu olmuştur...
- Yüzyirmi talebesiyle Eskişehir Hapishanesine getirilen Said Nursî, tam bir
tecrid-i mutlak içerisine alınarak, kendisine ve talebelerine dehşetli işkenceler
tatbikine başlanıyor. Bediüzzaman Said Nursî, kendisine yapılan bu işkence ve
azablara rağmen, Otuzuncu Lem'a ve Birinci ve İkinci Şualar'ı te'lif ediyor. Hapisteki
birçok kimseler Üstad Bediüzzaman hapse girdikten sonra ıslah-ı nefs ederek
mütedeyyin bir hale geliyorlar."(T.H. 215)
- "Burada, hârika bir hâdiseyi nakletmeden geçemiyeceğiz. Şöyle ki:
Bediüzzaman hapiste iken, bir gün, o zamanın Eskişehir Müddei-umumisi Üstadı
çarşıda görür. Hayret ve taaccüble ve vazifesine son vereceği ihtarıyla hapishane
müdürüne: "Ne için Bediüzzaman'ı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda
gördüm." Müdür de: Hâyır efendim! Bediüzzaman hapishanede, hattâ tecriddedir;
bakınız." diye cevap verir. Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa
adliyede şâyi olur. Hâkimler "Bu hale akıl erdiremiyorıız" diye
birbirlerine naklederler.
- Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur.
Üstadı, halk iki-üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir.
Hapishane müdürüne pür-hiddet: Bediüzzaman'ı sabah namazında dışarıya, camiye
çıkarmışsınız, der.
- Tahkikat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarı kat'iyyen çıkarılmamış.
- Eskişehir hapishanesinde iken de; bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtip
ile otururken bir ses duyuyor: "Müdür bey! Müdür bey!"
- Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle: "Benim mutlaka bugün Ak
Cami'de bulunmam lâzım."
- Müdür: "Peki Efendi Hazretleri" diye cevap veriyor. Kendi kendine:
"Herhalde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya
çıkamıyacağını bilemiyor" diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti;
Bediüzzaman'ın gönlünü alayım, Ak Cami'ye gidemiyeceğini izah edeyim
düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman
içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, "İçeride idi, hem kapı kilitli"
cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bediüzzaman'ın ileride, birinci safta, sağ
tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzaman'ı yerinde
göremeyip, hemen hapishaneye döner. Hazret-i Üstad'ın "Allahu Ekber" diyerek
secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hâdiseyi bizzat o zamanki
hapishane müdürü anlatmıştır.)" (T.H. 217)
- 27 Mart 1936'da Eskişehir hapsinden tahliye edilen
Bediüzzaman, Kastamonu'da ikamete mecbur edildi.
- "Risale-i Nur'un neşriyat ve fütuhat dairesi gittikçe genişliyor...
İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nur'daki hârika
kuvvet ve tesiratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları, yine bir
entrika çevirip Risale-i Nur'a ve müellif Bediüzzaman'a suikasdla: "Bediüzzaman
gizli cemiyet kuruyor, halkı hükümet aleyhine çeviriyor, inkılabları kökünden
yıkıyor, Mustafa Kemal'e deccal, süfyan, din yıkıcısı diyor, bunu Hadislerle isbat
ediyor." gibi bir sürü bahaneler ve planlarla ittiham edilerek Kastamonu'dan
Denizli Ağırceza Mahkemesine, yüz yirmialtı talebesiyle beraber 1943 senesinde
sevkediliyor. Sonra, Risale-i Nur Külliyatında siyasî bir mevzu olup olmadığını
tedkik için bir kaç memurdan müteşekkil bir ehl-i vukuf teşkil edilerek, müsadere
edilen Nur Risaleleri ve mektublar tedkike başlanınca, Bediüzzaman "Bu vukufsuz
ehl-i vukuf, Risale-i Nur'u tedkik edemez. Ankara'da yüksek, ilmî bir ehl-i vukuf
teşkil ettirilsin. Avrupa'dan feylesoflar getirilsin. Eğer onlar bir suç bulurlarsa, en
ağır cezaya razıyım." der.
- Bunun üzerine Risale-i Nur Külliyatı ve bütün mektublar Ankara'da
profesörler ve yüksek âlimlerden mürekkeb bir ehl-i vukufa satır satır tedkik
ettirilir. Ehl-i vukuf tarafından "Bediüzzaman'ın siyasî bir faaliyeti yoktur.
Onun mesleğinde cemiyetçilik ve tarikatçılık mevcud değildir. Eserleri ilmî ve
imanîdir, Kur'an'ın bir tefsiridir" diye rapor veriliyor. Mahkemeye verilişindeki
ittihamlar, delilsiz ve isbatsız olduğu için, bir takım uydurma bahane ve tertiblerden
ibaret olduğu anlaşılıyor. Neticede, Bediüzzaman büyük bir müdafaa yapıyor. Nihayet, mahkeme ittifakla 15/6/1944 tarih ve 199/136 sayılı beraet
kararını veriyor. Yüzotuz parça Risale-i Nur Külliyatının hepsine serbestiyet
verip, sahiblerine tamamen iade ediyor. Beraet kararını, Temyiz Birinci Ceza Dairesi,
30/12/1944 tarihli ilamla ittifakla tasdik edip, Risale-i Nur dâvâsının hakkaniyeti
kaziyye-i muhkeme halini alıyor.
- Bediüzzaman ve talebelerinden bir kısmı hapiste dokuz ay kaldıktan sonra
beraet kararı üzerine tahliye ediliyor. Fakat Said Nursî Hazretlerini hapishanede
zehirliyorlar, ölüm tehlikesi geçiriyor. Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle kurtuluyor."
(T.H. 399)" Denizli Ağırceza Mahkemesinin Haziran 1944 tarihli beraet kararı ile
hapisten tahliye olunan Nur talebeleri memleketlerine gitmişler, Üstad ise Ankara'dan
bir emir alıncaya kadar Denizli'de Şehir Otelinde kalmıştır...
- Said Nursî Denizli'de iki ay kaldıktan sonra, Afyon
vilayetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağ'ına 1944 senesi Ağustos
ayında nefyedilir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve
yerleşir." (T.H. 458)
- Bediüzzaman'ın Emirdağ'da zehirlenmesi:
- "Bir siyasî memurun iğfali ve "imhası için yukarıdan emir
aldık" demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstad'ın penceresine geceleyin
merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya
başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi "Cevşen-ül Kebir
gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık,
ızdırab çok şiddetlidir." derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde
perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillah şifa bulup, tekrar tashihat gibi
Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.
- Bu şiddetli hastalık zamanlarında asla namazlarını terketmedi. Yalnız
ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında, tahammülü gayrıkabil bir hastalıkta iki
üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.
- Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet
bekleyip gözyaşları içinde Üstad'a dikkat eden iki talebesi diyor:
- "Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergah-ı
İlahiyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına
ve talebelerinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü."
- Hizmetini sıra ile iki üç genç-talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da
men'edilmişse de, çalışkan talebeleri hizmetinden asla vazgeçmiyerek yüksek bir
fedakârlık gösterdiler." (T.H. 461)
- Bediüzzaman 1944'te Denizli Mahkemesinde beraet ettiği halde, Afyon vilayetine
bağlı Emirdağ kazasında ikamete memur ediliyor. Orada kendi âhireti ve Risale-i
Nur'la meşgul olurken 1948 senesinde bir sürü bahanelerle, elli Risale-i Nur
talebesiyle birlikte Afyon Ağırceza Mahkemesine sevkediliyor ve
hapse konuluyor.
- Yapılan derin ve uzun tahkikat neticesinde, bir tek suç
delili bulunamıyor. Fakat ne oldu ise oldu, ne yaptılarsa yaptılar, nihayet mahkeme
güya kanaat-ı vicdaniye ile Bediüzzaman'a 20 ay ve müdakkik bir âlime 18 ay, yirmiiki
kişiye de altışar ay hüküm veriyor. Diğerlerine de beraet veriyor.
- Mahkûmiyet kararı hemen temyiz ediliyor. Temyiz Mahkemesi kısa bir zamanda
tedkikatını bitirerek:
- "Madem Bediüzzaman Said Nursî Denizli Mahkemesinde aynı suçtan beraet
etmiş. Denizli Mahkemesinin kararı hatalı da olsa, Temyiz'in tasdikinden geçen bir
dava tekrar taht-ı muhakemeye alınamaz." diye, verilen mahkûmiyet kararını
esastan bozuyor.
- Afyon Mahkemesi, Temyiz'in kararına uyulup uyulmayacağını uzun uzadıya
düşünüyor... Nihayet uyulmasına karar veriyor. Sonra da noksanların ikmali için
çalışmaya başlıyor. Fakat bu çalışma bir türlü tamamlanmıyor... Bediüzzaman ve
talebeleri, hüküm kat'iyet kesbetmeden, verilen ceza müddetini hapishanede geçirdikten
sonra tahliye edilmişlerdir." (T.H. 543)
- Üstad Said Nursî, Afyon hapishanesinden 1949'da bir
Eylül sabahı tahliye edildi. İki komiser arasında faytonla bir eve geldi. Üstad
Afyon'da iki ay kadar ikametten sonra da Emirdağı'na geldi. Emirdağı'nda bir çok
Risale-i Nur talebeleri vardı. Oradaki hizmet-i Nuriyeyi bu talebeler ifa ettiler."
(T.H. s12)
- "Temyiz'in bozma kararından sonra Afyon'da mahkeme devam ederken iktidarı
ele alan Demokrat Parti hükümeti, umumi af ilan etti. Afyon Mahkemesi de af kanununun
daire-i şumulüne girdiği için dosya ortadan kaldırıldı. Fakat mahkeme heyeti,
Risale-i Nur eserlerinin beraetine karar vermedi, müsaderesine karar verdi. Bu karar 1956
tarihine kadar devam etti. Mahkeme iki defa Nur Risalelerine müsadere kararı verdi.
Temyiz Mahkemesi bu iki kararı da bozdu. Afyon Mahkemesi Temyiz'in kararına uyarak
Nurların beraetine karar verdi. Bu sefer Temyiz, usulde noksanlık yüzünden bozdu ve
eserlerin Diyanet İşleri'nce tedkikini istedi. Diyanet İşleri Müşavere Kurulu'nca
bütün eserler tedkik ettirildi. Neticede Nurların hakikatını bir derece belirten bir
rapor verildi.
- Ehl-i vukufun mezkûr raporuna istinaden Afyon Mahkemesi, Haziran 1956 tarihinde
ittifakla Nurların beraetine ve serbestiyetine karar verdi. Karar kat'ileşti. Artık bu
tarihten sonra, merkez-i hükümette Risale-i Nur mecmuaları matbaalarda tab'
edilmeye başladı." (T.H. 614)
- Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin
sebebini, Devlet Reisine yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:
- "Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
- Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal'in dostluğu ve
tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş
gitmiş ve dünyadan ve hükümetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene
evvel bir Hadis-i Şerifın ihbarıyla, Kur'ana zararlı öyle bir adam çıkacak
dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
- Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya
meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf ı hakikat olarak M.
Kemal'e vermediğim için, garazkâr dostları beni yirmi senedir bahanelerle tazib
ediyorlar.
- Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şerefler, müsbet hayırlar, maddi manevi
ganimetler orduya cemaata verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise
verilir diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında
çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal'e verilmez. Belki
kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman
orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla
bakıyorum. Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi; onun muannid dostlarına da isbat
etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve
zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza
ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda,
milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
- Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal'e
itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur
oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkiyeye
vaiz-i umumî yapmak için Ankara'ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni
onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına
karışmadım.
- Birinci Madde: Bir Hadis-i Şerifin, âhirzamanda an'anat-ı İslâmiyenin
zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu efaliyle göstermesidir. Ben
otuzaltı sene evvel o Hadisi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânası çıkmış.
Mahkemedeki müdafaatımın "Üçüncü Esas"ında izahı var.
- İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve
şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın
bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde "Tahrib, tamirden
çok kolaydır" diye darb-ı mesel olmuştur.
- Bu kat'i kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o
kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun
kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım
gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin
şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.
- Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o
başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve
birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı
öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse,
binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil
yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek
bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
- Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen
ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini
dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur'an bayraktarlığını kılınçlarıyla
ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları
adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın
ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mesul eder. Ve mevcud
şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince
gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffâret-üz
zünub olmaz. İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun
yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun
dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefıni muhafazaya Risale-i Nur
ile çalıştım." (E.L.I 284)
- Bediüzzaman'ın dehşetli tazyikat altındaki hapishane hayatını anlatan
mektublarından birkaç nümunesi:
- "Aziz sıddık sebatkâr ve vefadar kardeşlerim!
- Sizi müteessir etmek veya maddi bir tedbir yapmak için değil, belki şirket-i
maneviye-i duaiyenizden daha ziyade istifadem için ve sizin de daha ziyade itidal-i dem
ve ihtiyat ve sabır ve tahammül ve şiddetle tesanüdünüzü muhafaza için bir halimi
beyan ediyorum ki: Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir'de bir
ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar, insafsız bir masonu bana musallat eylemişler. Ta
hiddetimden ve işkencelerine karşı "artık yeter" dememden bir bahane bulup,
zalimane tecavüzlerine bir sebeb göstererek yalanlarını gizlesinler. Ben hârika bir
ihsan-ı İlahî eseri olarak şakirane sabrediyorum ve etmeğe de karar verdim."
(Ş. 311)
- Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün planlarını
akim bırakıyor. Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok. O zındıklar, Risale-i Nur'u
ve şakirdlerini tarikata ve bilhassa Nakşî tarikatına kıyas edip, o ehl-i tarikatı
mağlub ettikleri planlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu
yaptılar.
- Evvela: Ürkütmek ve korkutmak ve o mesleğin su-i istimalatını göstermek.
- Ve saniyen: O mesleğin erkânlarının ve müntesibîninin kusuratlarını
teşhir etmek.
- Ve salisen: Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu
lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını
ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla
nazarlarından sukut ettirmektir ki, Nakşilere ve ehl-i tarikata karşı istimal
ettikleri aynı silah ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar.
- Çünki Risale-i Nur'un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve
zahmetlerde rahmeti ve elemlerde baki lezzetleri hissedip aramak ve fani ayn-ı lezzet-i
sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar
olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek
olduğundan, onların plânlarını inşâallah tam akîm bırakacak ve meslek-i Risale-i
Nur ise tarikatlara kıyas edilmez diye onları susturacak." (Ş. 302)
- "İhtiyarım olmadan bazan lüzumlu tedbirler ihtar edilir. Ezcümle birisi:
Yanımdaki koğuşa masonlar tarafından hem yalancı, hem casus bir mahbus gönderilmiş.
Tahrib kolay olmasından hususan böyle haylaz gençlerde o herif bana çok sıkıntı
vermesi ve o gençleri ifsad etmesi ile bildim ki: Sizlerin irşad ve ıslahlarınıza
karşı, zındıka ifsada ve ahlâkları bozmağa çalışıyor. Bu vaziyete karşı gayet
ihtiyat ve mümkün olduğu kadar-eski mahbuslardan gücenmemek ve gücendirmemek ve
ikiliğe meydan vermemek ve itidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede
bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i
enaniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zaruridir." (Ş. 315)
- "Senelerden beri feragat-ı nefisle ve eşsiz bir fedakârlıkla ihtiyar,
hasta ve fevkalâde ihtimama muhtaç bir çağda, gizli düşmanları olan komünist ve
masonların ve bunlara aldananların çeşitli işkencelerine karşı tahammülün
fevkinde sabrı ile Bediüzzaman Said Nursî; din aleyhindeki birçok sinsi plânları
hakikatbîn nazarıyla, realist görüşüyle fark etmiş, dehşetli dessasane ve perdeli
olan bu plânları akîm bırakacak imanî eserleri te'lif etmiştir." (Ş. 551)